19 Kasım 2013 Salı

03 Ağustos 2013 / Afyon-Sivas / 707 Km

Bugün toplam 707 kilometre yol yapmışız. Notlarıma göre 7h58m sürüp, 3h41m durmuşuz. Yani özetle Sivas'a vardığımızda iftar olalı 15-20 dakika oluyordu.

Bugünün rotası.

Sabah 0700 sularında dinlenmiş şekilde uyandık. Akşamdan tüm eşyaları hazırladığımızdan toplanma telaşımız yoktu. Bunu genellikle tüm gezi boyunca yapmaya gayret ettik. Kişisel temizliklerimizi yapıp aşağıya kahvaltıya indik. Güzel bir kahvaltı yaptık. Bizimle birlikte diğer konuklar da telaşla kahvaltılarını yapıp yola düşme derdindeydiler. İkinci bardak çayımı sigara ile içtikten sonra otelden ayrıldık. Dün benzin ışığı yandığından, öğretmenevine 500-600 metre uzaklıktaki benzinlikte depoları fulledik. Bu aldığım ikinci depoydu. İç Anadolu malum, karasal iklim. Sabah serinliği vardı. Montun fermuarını iyice kapadım. Afyon Bayat üzerinden Sivrihisar'a ulaştık oradan da Ankara istikametine döndük. Ankara'ya kadar durmadan ama radar kokusuyla düşük seyir hızıyla yol aldık. Ankara girişinde, çevre yoluna bağlanmadan hemen önce bir Opet istasyonunda mola verdik. Ailelere telefon açtık, depoları doldurduk ve Opet'in ikrami olan çaylarımızı içtik. Son 100 kilometre öğle vaktine denk geldiği için sıcak olmuştu ve sıcak da bizi biraz yormuştu. Bu mola epey toparladı bizi. Biraz makara kukara yaptık, serinledik. Giyinip, kuşanıp tekrar yollara düştük. Hemen çevreyoluna bağlandık ve sıkıcı bir sürüşün sonunda çevreyolunun doğu çıkışından Elmadağ istikametine doğru çıktık. Daha doğrusu çıkamadık, çünkü acaip bir trafik vardı. Ben aradan dereden geçsem de nihayetinde Ezgin'i beklemek için tekrar gerilere düşüyordum. Yoğun trafikte meşhur Elmadağ rampalarını sardık. Yolumuza devam ederken bir rampada epeyce yüklü ve yabancı plakalı, sepetli bir motor gördük. Rampayı oldukça yavaş çıktığından sollayıp yolumuza devam ettik ve geçerken de selamlaştık. Kayadibi civarına varınca Ezgin'in canavar Tenere benzini biraz fazla sevdiğinden benzin almak için Kayadibi tesislerine girdik. Biz benzin alıp oyalanırken, aaa bir baktık sepetli bize yetişmiş. Ardımızda durdu, o da benzin aldı ve sohbete başladık. Sonra bir şeyler atıştırmak ve çay içmek için davet ettik. Epey bir sohbet ettik. Yemek yiyip, çay içtik.

Daniela, kız arkadaşı, Ezgin ve ben Kayadibi Cennetbahçe'de yemekteyken.

Özetle, usta Çin'de 9 sene çalışmış, Çince öğrenmiş, Ekvator'lu kızla tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Aslen Fransız olan Daniela, Çin'deki işinden ayrılınca sepetli motorla Paris'e gitmeye karar vermiş. Motor Rus replikası, Çin yapımı bir motor. Dediğine göre krank milinden piston segmanına kadar her şeyi yolda teker teker bozulmuş ve değiştirmiş. Motorun değişmeyen parçası kalmamış. Kah sanayide kah tornacıda geçirmiş zamanını. Türkiye'ye gelince de kız arkadaşı katılmış yolculuğuna. O, kendi yolculuğundan, biz, kendi yolculuğumuzdan bahsettik. Tabi, bizim henüz ikinci günümüz olduğundan yolculuğumuza dair anlatacak çok şeyimiz yoktu. Yemekten sonra motorların başına geçtik, bir kaç fotoğraf çektirip, birbirimize iyi şanslar diledik ve onlar Kapadokya'ya biz ise Sivas istikametine kırdık gidonları. Ustanın sayfa: http://www.slowside.org

Daniela ve kız arkadaşı ile motorlarının başında hatıra fotoğrafı çekindik.

Ezgin'e yanına daha fazla eşya alabileceğinden sepetli motor fikri
epeysıcak geldi sanırım. Yani o tebessümden ben onu anladım.

Konukları yolcu ettik, biz de yola çıkmadan biraz önce fotoğraf çekinelim dedik.
Ezgin, her fırsatta eşi ve kızları ile özlem giderdi.

Sonra, az gittik, uz gittik sıcaktan bayıldık, bozkırları geçtik. Bir iki kere mola verdik. Serinledik, dinlendik, muhabbet ettik ve çocuklar gibi şendik. Evden uzaklaştıkça, daha doğrusu doğuya yol aldıkça yavaş yavaş gezinin de farkına ve tadına varıyorduk. İklim, coğrafya ve tabiat değiştikçe evlerimizden uzaklaştığımızı daha iyi anlıyor ve sanki iki kişilik bir yalnızlığa bürünüyorduk. Bu yalnızlık dostluğumuzu daha da pekiştiriyordu. En azından benim hissettiklerim öyleydi. Her ne kadar Türkiye'de de olsak, yabancı bir yerdeydik, ama yalnız değildik. Bu güven duygusu güzeldi ve ben ilk kez tadıyordum. Çünkü, daha önceki uzun turlarım hep tek kişilikti. Öğrenci evlerinde, fizik bölümünün amfilerinde başlayan dostluğumuz şimdi doğuya doğru yol alıyordu ve yol aldıkça sanki daha da yakınlaşıp dostluğun üst basamaklarına tırmanıyordu.

Biraz Ezgin'den bahsedeyim. Ezgin evli 12-14 yaşlarında dünya tatlısı iki kızı var. Çok okuyan, çok düşünen, bu yüzden de bilgisine aşırı güvendiğim, iyi empati yapabilen, her şeyi mantık platformunda düşünen ve kararlar veren bir insan. Tüm bunların yanında sakin, karşısındakini dinleyen, "saygı" gösteren tutumu var. Bu özellikleri gün geçtikçe daha da ortaya çıktı ve yolculuk çok rahat, çok sorunsuz ve keyifli oldu. Bir kere bile birbirimize ters düşmedik, bir kere bile fikirlerimize itiraz etmedik, afra tafra gibi çocuksu tavırlar sergilemedik. Yolu, yolculuğu birbirimize daha kolay kılabilmek için elimizden gelen çabayı gösterdik. Duralım dedik mi durduk, gidelim dedik mi gittik, yiyelim dedik mi yedik, içtik. Ezgin bir kez Qom'da epey sinirlendi, gerildi ve stres oldu trafiğe ve insanların etrafımızı çevirmesine. Otele girmeden 15 dakika, kapının önünde su içtik, konuştuk ve Ezgin'i yatıştırmaya çalıştım.

Akşam saat 2000 civari Sivas'a vardık. Sivas'a girişte bizi ramazan panayırı karşıladı. Bir caddeyi araç trafiğine kapatıp panayır yeri yapmışlar. Yanından dolaşıp, GPS'i de takip edip, elimizle koymuş gibi Sivas Öğretmenevi'nin ön bahçesine çektik motorları (N39 44.792 E37 01.255). Motorların emniyetini sağladıktan sonra hemen resepsiyona yöneldik ve odamızın anahtarını aldık. Resepsiyon görevlisine sabah kahvaltısını ve akşam yemeğini sorduk. Ramazan olduğundan dolayı kahvaltı vermediklerini (devlet kurumunda) söyledi, akşam yemeği için alt katta olan yemekhaneyi gösterdi. Odaya çıkmadan direk yemekhaneye indik. İnsanlar, iftarını yapıyorlardı. Biz de elimizde kasklarla ve yol kıyafetlerimizle girdik salona. Şef garsona benzeyen birine yaklaştık ve yoldan geldiğimizi, aç olduğumuzu ve yemek yemek istediğimizi söyledik. Garsonun yaklaşımı epey kabaydı. Orada sadece iftar servis ettiklerini, bunun da önceden rezervasyonla olduğunu ve bize yemek veremeyeceklerini söyledi. Şaşırıp kaldık. Devlet kurumunda aç kalmıştık ve sanki oruç tutmadığımız, "motorcu" olduğumuz, yabancı olduğumuz için cezalandırılıyorduk. Biz, hiç birbirimizle konuşmadan yine hep olduğu gibi sükunetimizi koruma kararı almıştık. Sonuçta yoldaydık ve yolcuyduk. Orada onların kuralları geçerliydi ve bizim o kurallara uymamız gerekirdi. Yolculuğun bir amacı da tüm konforunu, tüm inançlarını, tüm ideolojik fikirlerini evde bırakmak ve gittiğin yerlerdeki tutumları, kültürü, fikir yapısını, sosyal hayatı görmek, öğrenmek değil miydi? Aslında bu yolculuk sırasında sadece maddeden, dünya malından soyutlaştırmıyorsun kendini, aynı zamanda sonsuz bir sabır bürünüp, temel değerlerin hariç tüm değerlerini nötralize edip, tamamen yeni "şeyler" tanımaya çalışmıyor musun? Her şeye kendi değer yargılarınla yaklaşırsan evden çıkmaman gerekir.

Bu sevimsiz durumdan sıyrılıp, odamıza çıktık. Bir-iki peksimet yedik, duş aldık ve üzerimizi değiştirdik. Bu arada, insanların iftar telaşı bitmiş, kan şekeri değerleri normale dönünce biraz daha düşünebilir hale gelmişlerdi. Sokağa çıkıp lokanta aradık. Sultan Sofrası diye bir köfteci bulduk. Malesef, her şey bittiğinden salata, 6-7 kuru köfte ve neredeyse birer ekmek yedik. Çayımızı içip, biraz çarşıyı gezmek istedik. Bir yandan da Madımak Oteli'ni görmek istiyorduk. Çarşı, tipik bir muhafazakar Anadolu şehri çarşısıydı. Bir çok cep telefonu ve operatörü dükkanı, apartmanların alt katlarına açılan, içinde her şey bulunabilen, rafların sıkış-tepiş olduğu süpermarketler, kadın popülasyonunun neredeyse sıfır olduğu Atatürk adının verildiği çarşı caddesi, tatlıcılar, fason markalar satan bol beyaz ışıklı giyim mağazaları, duranları çarpık park etmiş, hareket halinde olanlarının ise kural tanımadığı trafikteki arabalar, kol kola gezip etrafındakilere dikkat etmeden yürüyen, yükses sesle konuşan erkek popülasyonu...... saysam daha çok yazarım yani.


Madımak Oteli'ni bulmak için cep telefonlarımızın haritalarını açtık ve arama sekmesine Madımak Oteli yazdık. Geze geze telefonların gösterdiği noktaya geldik. Ortada otel göremiyorduk, zaten oranın otel olmadığını da biliyorduk. Gözümüzün önüne tam yirmi sene ve bir ay önce televizyonda gördüğümüz görüntüleri getirip doğru yerde olup olmadığımızı anlamaya çalışıyorduk. Bir yandan da çok belli etmemeye çalışıyorduk etrafa, zira insanların halleri pek de dostani gelmemişti bize. Bu yüzden kimseye de soramıyorduk. Derken, elinde bisikleti, uzun ve ak saçları ile bir usta belirdi. Ezgin'e, "dur bu adam halden anlar birine benziyor, buna soralım", dedim. Yanına yaklaştık, selamlaştık ve kısaca kendimizi tanıttık. Sonra Madımak oteli nerede acaba, diye sorduk. O da, tam önündesiniz, dedi ve olan biteni anlatmaya başladı. Madımak olayından sonra ilgili mercilerin hepsi elbirliği içine girip, Madımak olayının izlerini toplum hafızasından silmek için ellerinden geleni yapmış. Binayı baştan aşağı yenilemişler, en sonunda belediyeye bağlayıp, belediyenin bir birimini oraya taşımışlar. Yeni nesil orayı Madımak Oteli diye değil, belediyenin bir birimi olarak biliyormuş veya böyle bilmeleri için gerekli ortam yapılmış. Sonuçta ülkemiz için bu ibret verici olayın üzeri kapatılıp, toplumsal hafızadan silinmiş. Ama ne gariptir ki, olay günü bu olaya yardım ve yataklık eden, karşı çaprazındaki kebapçı, caddedeki kitapçı, bir kaç başka dükkan daha hiçbir şey olmamış gibi, hatta işlerini arttırıp, dükkanlarının dizaynlarını daha iyileriyle değiştirerek işlerine devam etmişler. Kıssadan hisse, olayın üzeri kapanmış, toplumsal hafızadan silinmiş ve bu olaya yardım ve yataklık edenler de ödüllendirilmiş. Yazık ki, ne yazık... Çok yazık hem de...

Madımak Oteli'nin günümüzdeki hali. Sanki hiçbir şey olmamış gibi değil mi? Sanki hiç 33 aydın insan, 2 masum otel çalışanı canice yakılmamış gibi değil mi? Sanki orada yanan insanlık, aydınlık Türkiye, sanat, edebiyat, tarih, bir milletin kültürü değil gibi değil mi? Sanki o binayı restore edip, dönüştürünce tüm ayıplarınızdan, hayasızlıklarınızdan, yobazlıklarınızdan, cehaletinizden de sıyrıldınız değil mi?

Sonra buruk bir şekilde ayrıldık Madımak'ın önünden. Akıllarda binlerce soru.. Hava da serinlemeye başlamıştı zaten. Öğretmenevine giderken vitrinlere baktık biraz. Marketin birinden şampuam, kulak çubuğu ve dengeli beslenme için biraz meyve aldık. Fazla da geç olmadan odaya çıktık. Yine de yatağa girerken saat gece yarısını geçmişti.

Marketten aldıklarımız.

Ezgin, hıyarla vitamin ve mineral depoladı:)

Ben o esnada günlük fotoğraf ve GPS verisi transferi ile meşguldüm.

Yarın yine 700 küsür kilometrelik bir sürüş bizi bekliyordu ve bugün cidden yorulmuştuk. Sıcakla baş etmeye çalışmak işleri daha da zorlaştırıyordu. Yarın Türkiye'deki son gündüz sürüşümüz olacaktı ve bir sonraki gün yurdu terk edip, İran'a girecektik. İşte bu heyecan vericiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder