5 Aralık 2013 Perşembe

05 Ağustos 2013 / Doğubeyazıt-Tebriz / 316 Km

Bugün belki de turun en kısa yolunu yapmamıza rağmen, süre olarak en uzun sürüşlerinden birini gerçekleştirdik. Dün gece bugün için biraz geç kalkalım demiştik. Turun başında üç gün üst üste ve erken kalkıp sıcak havada yol yapmak yormuştu bizi. Hem İran'a da dinlenmiş olarak girmek istiyorduk. Zaten sınır da 30 km ötedeydi. Sonrasında da 300 km kadar yol vardı Tebriz'e. Evdeki tüm bu planlar, elbette çarşıya uymamıştı. Sınır geçişlerini erken yapma kuralının asla çiğnenmemesi gerektiğini bir kez daha tecrube etmiş olduk.

Sabah 0900 gibi uyandık. Dün yediğimiz trafik cezasının katlatmaması için hemen ödeyelim dedik. Doğubeyazıt Öğretmenevi'nin tam karşısında vergi dairesi vardı. Ezgin kahvaltılık için alış-verişe çıkınca ben de vergi dairesine gittim cezaları ödemek için. Gişe memuru henüz sisteme düşmemiş, isterseniz bankalardan ödeyebilirsiniz, dedi. Ben de hemen çarşıya inip Garanti Bankası'na gittim. Biraz bekledim, sıra bana geldi ve orada da sistemde görünmüyor, dediler. Ben de ödemeden odaya geri geldim. Dün akşam gördüğümüz erkek populasyonunun ezici üstünlüğü gündüz de devam ediyordu çarşıda. Bu konuyu bilahere tartışırız ileride belki. Ama özetle, kadınların sosyal hayata katıl(a)maması ciddi bir sorun ve bir çok problemin sebebini de gösteriyor.

Odaya döndüm ve kahvaltı yapıp çantaları toparladık. Saat yavaştan 1100'e geliyordu ve daha da fazla gecikmek istemiyorduk.

Doğubeyazıt Öğretmenevi'nde kendi hazırladığımız kahvaltı. Kettle'a dikkat.

Aşağı inip motorları yükledik. ve yola koyulduk.

Bugünkü rotamız

Saat 1100 gibi çıktık yola. GPS'i takip ederek önce Doğubeyazıt'ın içinden çıktık. Çıkar çıkmaz da Ağrı Dağı karşıladı bizi. Cidden muhteşem ve çok heybetliydi. Sıra dağ olmayan Ağrı Dağı beni büyülediyse, kim bilir Himalayalar ne kadar etkileyecek!! Hemen durduk ve fotoğraf çekmek istedik. Epey de çektik. Zaten bugün de başka fotoğraf nerede çekemedik telaşeden dolayı.

Ağrı Dağı

Büyük ve Küçük Ağrı Dağı

Ağrı Dağı


Ben ve Ağrı Dağı


Ezgin ve Ağrı Dağı

Başka bir açı

Bu fotoğraf molasından sonra motorlara bindik, ama fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi çok şiddetli yan rüzgar vardı ve gezideki ilk ve tek motorumun yana yatışı gerçekleşti. Motora bindim, yan ayağı kapadım. Motoru daha çalıştırmadan çok acaip bir yan rüzgar esti ve onca çabama rağmen motoru dengede tutamadım. Devrileceğini anlayınca da kendime zarar gelmesin diye motorun üzerinden kendimi attım. Motor yavaşca soluna doğru sol arka çantanın üzerinde 45 derece açı ile devrildi. Çantanın üzerine yattığından krenaja bir şey olmadı. Hemen kaldırdık motoru ve hiçbir şey olmamış gibi yola koyulduk. Gümrüğe kadar çok şiddetli yan rüzgar eşliğinde gittik. Gümrüge 4-5 km kala çift sıra tır kuyruğu vardı. Karşı yola geçip hepsini solladık ve gümrüğün Türk tarafına geldik. İşlemler pürüzsüz ve rahat geçti. Önce kendi çıkışımızı yaptık, ardından da küçük bir kulubeden motorların çıkışını yaptık. Burada Carne de Passage'da damgalandı. Bu işlemleri beklerken oradaki genç polis memurları ile sohbet ettik ve yanımızda bir usta belirdi. Para bozdurmamız için israr etti ve en iyi kuru kendisinin verdiğini iddia etti. Ezgin ve ben 100 TL bozdurduk ama sanırım 20 TL civarı adam bizi kazıkladı. Ee.. Hemşeri hemşeriyi gurbette öpermiş.

Gümrüğün Türk tarafından İran tarafının görüntüsü.

İşlemler bitince sürgülü demir kapı açıldı ve İran tarafına geçtik. Buradaki işlemleri ilk yazımda teferruatlıca anlatmıştım. İran gümrüğünden geçiş değil ama sigorta alma işi haddinden fazla uzun sürdü. İran tarafında peşimize bi muameleci takıldı. Gümrük memuru bunu kovmasına karşı bırakmadı. Pasaportlar ve CdP'ler damgalandıktan sonra usulen bir bagaj kontrolu yaptılar. O sırada da biz normal değerine tekrar para bozdurduk. Siz siz olun paranızı İran tarafında bozdurun. Sonra son kontrol noktasına gittik. Daha önce de bahsettiğim gibi buradan taşıt sigortanız yoksa motorla geçemiyorsunuz. Bu bahsettiğim muameleci tutturdu 1 yıllıktan aşağı motorlara sigorta yapılmıyor diye. Oysa ben 2 haftalık yapıldığını biliyordum. Çaktırmadan polise sordum. Gümrüğün hemen dışında sigortacılar olduğunu söyledi. Bu muameleciye rest çektik ama ilk gümrükte yardımlarından dolayı bizden kişi başı 15 dolar istedi. 20 TL verdim, ayrıldık onun yanından. Ben içeri girdim. Sigortacı Barış'ı buldum. Telefonla ulaştım ama gelmesi yaklaşık 2 saat sürdü. Sigortaları 2 haftalık aldık. Lakin gümrükten geçmemiz yaklaşık dört saati buldu.

Gümrükten geçince ilk işimiz depoları fullemek oldu.

İşte benim depoyu fullediğimde ödediğim para. 
15.57 litre yaklaşık 6.81TL tuttu! Şaka gibi de değil!!! 
Bu günün son fotoğrafıydı.

Benzin aldıktan sonra karınları da doyurmak için hemen benzinliğin karşısındaki lokantaya daldık. Orada da pilav ve adanamızı yedik. Saat 1600 sularında Tebriz'e varmak için düştük yollara.

Yolun ilk 150-200 kilometresi tek şeritli yoldu. İran coğrafyası ve trafiğini tanımaya çalışıp yol aldık. Sonra ufak bir mola için durduk. Durduğumuz yerde Türk tır şöfürü ile karşılaştık. Biraz sohbetten sonra tekrar düştük yollara. Hava da kararmaya başlamıştı. Yolculuğun son 1-1.5 saati akşam sürüşü şeklinde geçti. GPS'te de sağlıklı bir harita olmadığından Tebriz şehir merkezine girince işler karmaşık hal almaya başladı. Neyse, sora sora Azerbaycan Hotel (N38 04.495 E46 17.235) adında orta sınıf bir otel bulduk. İki kişi kahvaltı dahil 29 Dolar verdik. Motorları da hemen giriş kapısının önüne koyduk. 24 saat resepsiyon görevlisi olduğundan sıkıntı olmadı.

İran'daki ilk gecemizdi ve biz çok mutluyduk. Bir şeyler atıştırıp yattık. Gezide ilk kez -ama son kez değil- Ezgin'le iki kişilik yatakta yattık! O yorgunlukla da uyanmadan sabaha kadar uyuduk!

4 Aralık 2013 Çarşamba

04 Ağustos 2013 / Sivas-Doğubeyazıt / 720 Km

Dün çok da erkek yatmamıştık. Yatmadan Ezgin sabah erken, saat 0600 gibi çıkmayı teklif etmişti ama ben biraz dinlenmemiz gerektiğini, 0700 gibi uyanıp 0800 gibi çıkalım demiştim. Sağ olsun, beni kırmayıp fikrime uymuştu. Bu sohbetin üzerine yattık, uykuya daldık. Sabah 5'de aniden uyandım ben, Ezgin derin bir şekilde uyuyordu. Bu geziye "beyaz sayfa" dememizin nedeni olan bir sebeplerden biri gelip beynimin ortasına saplanmıştı. Bu düşünce gittikce derinleşiyor, beni daha da üzüyor ve sıkıyordu. Uykum iyice kaçmış, bir sağa, bir sola döner olmuştum. Belki tekrar uyurum umudu ile yorganı kafama kadar çekip gözlerimi kapıyordum ama gözlerimi kapadığım anda neler geçiyordu neler gözlerimin önünden. Sonunda dayanamadım ve Ezgin'i dürttüm uyanması için. Uyandı. Ezgin, yola çıkalım mı, diye sordum. Saat 0530'u gösteriyordu benim bunu dediğimde. Bunu dedikten yaklaşık 20-25 dakika içinde kendimizi motorların üzerinde, Anadolu sabahının soğuk rüzgarını da suratlarımızda bulduk. Gece de zaten serindi Sivas ve sabaha karşı daha da soğumuştu. Yüzüme vuran bu serinlik ve temiz havanın kokusu beni derin düşüncelere boğan sıkıntıları biraz unutmamı sağladı. Motor sürmenin, uzun yol yapmanın sanırım en güzel yanı bu benim için. Oturunca terkizine motorun, yolda olmanın heyecanı ve mutluluğu sarıyor beni. O zaman tüm sıkıntılar, üzüntüler, terk etmeler, terk edilişler motorun ileri gitmesiyle beraber geride kalıyor. Yani demem o ki, motor sürmek güzel bir şey, sarhoş olmadan kafayı dağıtmanın tek yolu sanırım.

Bugünkü rotamız:


Daha önceden yolda seyir halinde videomuzu çekelim diye konuşuyorduk. Yola çıktıktan 1-1.5 saat sonra bu yapabileceğimiz güzel bir yolduk. Önce Ezgin beni, sonra da ben onu video'ya kayıt ettim.

Ezgin, Yamaha XT660 Tenere

Ben, Suzuki V-Strom

Daha önceden yolda seyir halinde videomuzu çekelim diye konuşuyorduk. Yola çıktıktan 1-1.5 saat sonra bunu yapabileceğimiz güzel bir yolduk. Önce Ezgin beni, sonra da ben onu video'ya kayıt ettim. Bu videoları çekmeden 10 dakika önce çekim yeri aramak için durmuştuk. Saat sabahın altı buçuğuydu ve soğuktu. Manzara da güzeldi hani: Anadolu'nun bozkırları. Burada sadece fotoğraf çekinmeye karar verdik. Videoyu daha müsait yerde çekmek lazımdı.

Ezgin ve ben. Arkamızda Anadolu Bozkırı

Ben ve arkamda Anadolu Bozkırı

Yollar sabahın köründe bomboştu ve yollar da duble yol olduğundan bir müddet Ezgin'le yan yana sürdük. Güzel bir zevkti bu. Sabah yola kahvaltı yapmadan çıkmıştık. Ezgin'in getirdiği enerji barlarından ve peksimetlerinden birer tane yiyip, su içip düşmüştük yollara. Yolda da ara ara su içmeye devam ettik. 

Yukarıdaki fotoğrafları çektikten yaklaşık bir saat sonra küçük tuvaletim geldi ve tırmanışta da olduğumuzdan dolayı üşümüştüm de. Öne geçip Ezgin'e durma işaretimiz olan sol yumruğumu sıkıp kolumu hafifce yukarı kaldırdım, durduk.

Manzara da güzeldi hani. Durduğumuz yerin sol tarafında Tödürge gölü vardı ve sabahın o erken saatlerinde ardındaki manzara ile güzel görünüyordu. Tuvaletlerimizi yaptık, günlük destek haplarımızı içtik, 1-2 peksimet ve enerji barı daha yedik. Biraz sohbet ettik. Ben güzel manzaraya karşı bir de sigara sarayım dedim. Biraz fazla durmalı geçti yolculuğun ilk 2 saati. Ama çok da önemi yoktu. Günler geçtikçe daha da keyif almaya başlıyorduk yolda olmaktan. Sonuçta bugünkü menzil Türkiye'deki son durak olan Doğubeyazıt'tı ve sabah da epey erken yola koyulmuştuk. 

Törürge gölünü ardına alan V-Strom

Kıskandım ve ben de dahil olayım bu kareye dedim

E, durmuşken bir de sabah sigarası sarmak geldi içinden. 
Keşke kahve de yapsaydık.

Rotamız Sivas-Erzincan-Erzurum-Doğubeyazıt şeklindeydi. Ara noktalarımız ise, Kızıldağ geçidi, Refahiye, Sakaltutan geçidi, Tercan, Aşkale, Pasinler, Horasan, Eleşkirt ve son nokta Doğubeyazıt'tı. Dağ geçitleri beni hep heyecanlandırır. Yükseklere çıkmak, yüksekte olmak, o rakımlara çıkan kıvrak yolları aşmak hep heyecan vermiştir bana. En tepe noktada durup veya durmayıp, motorun üzerindeyken etrafı izlemek, coğrafyayı anlamaya, tanımaya çalışmak o anın en büyük oyunu oluyor. Yolculuğun tüm ağrısı sancısı gidiyor. Yukarıda yazdığım kasaba veya kaza isimlerini şimdiye kadar hep televizyondan duymuştum. Aynı ülkede olmamıza rağmen bana hep uzak ve başka yerler gibi gelirdi. Masal ülkelerinin mistik ve sürprizlerle dolu yerleşim birimleri gibi hayal ederdim hep ve hep aklıma kar gelirdi, kış gelirdi. 

Tüm bu yerlerden bir bir geçmek, geçerken kırmızı ışıklarda durulduğunda etrafı, dokuyu gözetlemek uzun zamandır hayalini kurduğumuz ve sonra da planını yapıp çıktığımız bu yolculuktaki dünyaya yavaş yavaş yaklaştığımızı hissettiriyordu. Coğrafyayla birlikte insanların yüzleri bile değişiyordu. Bilhassa Kızıldağ geçidi ile Erzincan'a kadar olan yol enfesti. İkibin metrenin üzerinde 2 dağ geçidi geçmiş ve genellikle de ikibin metreye yakın rakımlarda seyir etmiştir. Bugünkü amaç yine aynıydı: İftar vaktine kadar varış noktamıza varmak. İftar vakti bu gezinin ilk ağayı için belirleyici bir zaman birimi olmuştu. İftar vaktinden sonra hem hava kararıyor, hem o sırada trafik çılgın bir hal alıyor, hem de yemek bulup bulamayacağımız belli olmuyordu. O yüzden yolda fazla durmak istemesek de az sonra anlatacağım üzere mecburen durmak zorunda kaldık. Lakin şimdi şimdi anlıyorum ki, önemki bir kaç anın fotoğrafını o anlarda çekmeye akıl edememişiz. O anları yaşarken, içindeyken yani her şey o kadar normal geliyor ki, çeksek ne olacak, diyorsun. Ama işte sonra oturup böyle yazmaya başlayınca, "ah keşke şunu da çekseydik, bunu da çekseydik" diyorsun. 

Sakaltutan geçidine yaklaştıkça ufak köyleri ve yüksek kayaların oluşturduğu vadi yollarını arkamızda bıraktık ve tırmanya başladık. Yollar çift şerit olduğundan epeyce kamyon, tır, araba olmasına rağmen zorlanmadık. Ezgin, beygir gücünün benim motora göre azlığı ve kilolarının da fazlalığı yüzünden bazen ardımda kalıyor, yavaşlayıp onu bekliyordum. Sakaltutan geçidine gelince zirveye vardığımızı anladım ama ne bir levha ne de bir işaret vardı. Zirvede Karayolları'na ait bir bina ve biraz da asfaltlanmış açık alan vardı. Ben ha bi gayrete levha arayıp durdum fotoğraf çekinmek için. Göremeyince de durmadan devam ettik. İniş de en az çıkış kadar virajlıydı ve yol gittikce bozuluyordu. 

Ben Erzurum girişinde diye hatırlıyorum ama şimdi üşenmedim yukarı çıkıp ceza kağıdını buldum. Üzerinde yazan saatten de GPS izlerine göre yerini tayin ettim. Evet ahali, Refahiye'yi geçince önümüzde dümdüz bir yol vardı. E biz de sıkılmıştık virajlardan epey bi bastık. Şimdi baktım GPS 137 Km/h gösteriyor. İbrede 150 Km/h civarına tekabül eder bu. Ezgin'le kaptırdık gidiyoruz. Önümüze çıkan arabaları bir bir solluyoruz, sağlıyoruz, hatta bazen Ezgin solundan ben sağından geçip Türk Yıldızları stayla figürler çiziyoruz. Acı olay başımıza gelmezden önce, önümüzde dümdüz ve upuzun bir yol belirdi. Öyle ki, gidiş iki şerit, geliş iki şerit ve arada bariyer yok. Geliş ve gidiş arasında da şöyle helalinden 1-1.5 metre asfalt kaplı aralık var. Yani kısaca 5 şeritli, dümdüz, iyi asfaltlanmış bir yol var. Açtık gazı biz. Dediğim gibi Türk Yıldızları'nın semada çizdiklerini bir yerde çiziyoruz. Bir tek renkli dumanımız eksik ki, bileydik onu da eklerdik arkaya yola çıkmadan. Neyse, geçtik, geçtik hiç unutmuyorum, önümüzde, sol şeritte bordo bir Fiat Fiorino belirdi. Ezgin 150-200 metreden sellektör yapmaya başladı ama nafile, adam çekilmiyor sağ şeride. Ezgin boş olan karşı yola geçti solundan solladı, ben boş olan sağ şeride geçtim, sağından solladım. Ama bu hareketi yaparken Ezgin'le aynı hizzadayım. Sonra Ezgin yoluna girdi ben de az yavaşlayıp arkasına girdim ki, ta ta taaaaa.... Bize göre sağda, ağaçların altında, gölgede bir polis arabası yatmış zulaya radar tutuyor gelene geçene. Tabi frenlere abandıysak da nafile. 111 Km/h ile girmişiz radara. Yasal limitimiz 100 Km/h. 100 metre sonra ekip durdurdu. Ehliyet-ruhsat. Güleryüzlü, meraklı, yardımsever davranıyorlar ama yine de kanun adamları, işlerini aksatmıyorlar. Biz de damardan giriyoruz. Motorların arabalardan yavas gitmesi aslında daha büyük tehlike falan diye. Neyse, epey bir araba -bilhassa gurbetçi vatandaşlarımız- radara girmiş. Ceza fişi yazma sırası bize gelene kadar epey bekledik. Ben sigara falan içtim. Takribi orada yarım saat oyalandık. Paşa paşa o an için 160 TL tutan ceza makbuzlarımızı alıp tabi daha yavaş bir şekilde Erzurum yönüne doğru devam ettik. Bir saat sürdük sürmedik, bu sefer Erzurum girişinde başka bir ekip çevirdi. Hız ihlali yapmadık ama tırsa tırsa durduk. Dedik, daha bir saat önce hız cezası yedik ve o noktadan buraya hiç hız yapmadık. Polisler gençti ve "buralara motor fazla gelmiyor, biz de görünce durdularım dedik", dediler. Yine tabi ehliyet ve ruhsat kontrolundan geçtik. Kayıtlarımız alındı. Az ileride çardak vardı ve yazan çizen ekip oraya oturmuştu. Bizim belgeler orada olduğu için ben de oraya gittim. Hem de göldeydi zaten. Su içtik ben bi sigara daha yaktım. Meğer memurun biri oruçmuş, "oruç oruç da iyi gidiyor kokusu", dedi. Sonra dank etti bana Ramazan olduğu. Neyse, özür dileyip uzaklaştım yanlarından. Dibindeki benzinliğe yürüdük ve tuvalet ihtiyacımızı da giderdikten sonra yola koyulduk. Ama orada da bir 45 dakika kaybetmiş olduk. 


Az gidip uz giderken sıcak epeyce bastırmış, erken kalkmanın rehaveti iyiden iyiye çokmuş ve kahvaltı yapmadan destekleyeci haplarla yola devam ettiğimizden de acıkmıştık. Yol tabelalarında Tercan'ı görüyorduk ve Tercan en yakın, büyük yerleşim birimiydi. Tercan'ın girişinde hem benzin almak, hem de biraz dinlenip, Erzurum'a Cağ Kebabı için dayanacak kadar bir şeyler atıştırmak için bir benzinlikte durduk. Önce motorları doyurduk, sonra kenara çekip kendi midelerimize biraz şefkat gösterdik. Benzin alırken 34 plakalı bir jip geldi. İçinden inen çocuk meraklı ve hevesli gözlerle bize ve motorlara baktı. Laf attım, biraz konuştuk. Sonra annesi arabaya geri çağırdı. Nereye gidiyorsunuz, dedi. Iran, dedim kadına. İnanamadı. Bazen düşünüyorum da, bazı insanların hayal dünyaları bile küçük oluyor ve bunu büyük arabalara binerek, büyük evlerde oturarak kapatmaya çalışıyor. Bense tam tersini yapıyorum, hayallerimi büyük tutup, mülkiyetimi ufaltıyorum. Daha rahat, özgür ve mutlu olduğumu hissediyor ve düşünüyorum böylece.

Tercan'daki mola esnasında bir fotoğraf (Instagram filtresi ile)

Tercan küçük bir kasaba. Yol Tercan'ın güneyini yalayıp devam ediyordu. Yolun güneyinde de ufak bir mahallesi vardı. Hepsini geride bırakıp Cağ Kebabı hayaliyle yola devam ettik.


Erzurum'a yaklaşınca merkeze yönelmeyip, çevre yolundan devam ettik ve karşımıza çıkan ilk büyük dinlenme tesisinde iştahla durduk. Motorları park edip hemen lokantaya daldık ama ramazan dolayısıyla Çağ Kebabı yapmadıklarını söylediler. Tüm hayallerimiz yıkılsa da açlıkla hemen sulu yemeklere yöneldik. Karnımızı doyurduk, çayımızı içtik. Ezgin, tuvalette sabun sorunu yaşamış. Kızgın geldi. o kızgınlıkla alelacele yola düştük. Artık tek hedefi kalmıştı günün: Doğubeyazıt.

Erzurum, Horasan ve Karaköse'yi geçtik. Bu rotada bir kez daha benzin için durduk. Sıcak epey vurmuştu. Ezgin'in de şeker seviyesinde sıkıntı olmuştu. Biraz dinlendik. Diyadin yakınlarında da ilk İran tabelamızı gördük ve elbette fotoğraflarımızı çekindik.

İlk İran tabelası ve zafer yumruğum 

 Elbette Ezgin'le beraber de çekindik. 
Bu yolculukta asla tek başımıza değildik. Bu çok güzeldi.

Akşam ve dolayısıyla iftar vakti yaklaşıyordu ama biraz daha gidince tüm heybetiyle Ağrı Dağı'nı gördüğümüzü sanıp hemen durup bu anı da fotoğraf makinemiz ile dondurmak istedik. Tabi sonradan gerçek Ağrı Dağı'nı görünce heybetin nasıl bir şey olduğunu da anlayacaktık. Sanırım bu Tendürek Dağı'ydı.


Doğubeyazıt'a az kala.

Doğubeyazıt girişi

Doğubeyazıt'a girdiğimizde henüz ezan okunmamış ve dolayısıyla güneş de batmamıştı. Yukarıdaki fotoğrafı çekinmek için durduğumuzda Ezgin'le konuştup, önce öğretmenevine gitmek yerine direk İshak Paşa Sarayı'na yönelmeye karar verdik. Hemen GPS'i yeniden ayarladım ve bir başka iftar saati telaşında, bir başka şehir merkezinin tam göbeğine daldık. Cidden, kendimi bir film sahnesinde hissettim. Doğubeyazıt'ın merkezi tam aklımda canlandırdığım gibiydi. Beni hayalkırıklığına uğratmadığı için içimden sessizce teşekkür ettim. Çok ama çok mutluydum. Çok önceleri, Fars dili ve edebiyatı okumuş ve şimdi de bu konu üzerinde bir işi olan abimle İshak Paşa Sarayı'nın hayalini kurar dururduk ve şimdi işte o hayalin yolundaydım. İftar telaşı içindeki Doğubeyazıt'ın içine dalıp, çarşının ortasından geçip İshak Paşa Sarayı'nın yolunu bulduk. Herkes bizi selamlıyor, hatta steyşın bir Toros'un bagajına otutturulmuş çocuklarla kırmızı ışıklarda el sallaşıyorduk. Çarşı, hayal ettiğim gibi, genelde tek katlı ve küçük dükkanlardan ibaretti ama her şeyi bulabileceğiniz bir çarşıydı. Çarşının ucundan İshak Paşa Sarayı'nın yoluna saptık. İste burada Tenere'nin farkı ortaya çıktı. Yol bozulmuş arnavut taşları ile döşeliydi ve cidden devasa çukurlar vardı. İlk kez motorun altı burada vurdu. Tam kapalı karterle yola çıkmam gerektiğini burada anladım. Öyle böyle ulaştık zirveye, hem de tam zamanında. Öğretmenevine gitmeden buraya gelmek çok doğru bir karardı. Tepeye ulaşıp, manzarayı görünce, bir müddet ne Ezgin ne de ben o muhteşem manzara karşısında konuşabildik. Umarım fotoğraflar ne demek istediğimi anlatabilir.

 İshak Paşa Sarayı ve günbatımı. 
Resimde göremediğiniz zirveye ulaşmanın mutluluğu ve gururu da var içimizde.

İshak Paşa Sarayı ve günbatımı

İshak Paşa Sarayı, günbatımı ve ben.

Malesef Saray girişi saat 1800'de kapandığından Sarayı ve müzesini ziyaret edemedik. Umarım bu sarayı Nepal'e giderken ziyaret edebilirim.

Sarayın ana giriş kapısının önünde Ezgin'le hatıra fotoğrafı çekindik.

İniş yolu ve o yoldan tepede görünen Saray.


İniş yolunda fotoğraf çekinmek için durunca iki çocuk geldi yanımıza. Biri zaten kareye girmiş. Önce yabancı sandılar. Türk olduğumuzu söyledik. Israrla para istiyorlardı. Her zamanki gibi çalışmalarını ve okumalarını öğütleyip ayrıldık.

GPS'in ufak bir azizliğine uğrasak da öğretmenevini bulmak zor olmadı. Odaya çıktık. İftar telaşının geçmesini bekledik. Biraz da dinlendik. Öğretmenevine kişi başı 25TL verdik, kahvaltı yoktu.

Biraz kendimize gelince çıkıp yemek yiyelim dedik. Bizim, Doğubeyazıt'ın İstiklal'ı adını taktığımız çarşısına indik. Trafiğe kapalı, Arnavut kaldırımlı, şirin bir çarşısı vardı. Her türden ticaret yapılıyordu. Yerel yemek için yerel bir lokantaya girdik. Ezgin'in saç kısa, surat traşlı olduğundan öğretmen sanıyorlardı genelde, ama beni uzun saç ve uzattığım sakalım ile bir şeye benzetemiyorlardı. Merhaba-merhaba başlıyorduk sohbete sonra. Neyse, sorduk, nedir yerel yemeğiniz, diye. Abdigor, dedi mekanın sahibi. Getirdiler, görünüşü pek hoş olmasa da tadı fena değildi. Afiyetle doyurduk karnımızı.

Ağrı'nın yöresel yemeği Abdigor

Yemekten sonra çayımızı içtik. Biraz çarşıyı ve insanları görelim diye bir de dışarıda bir yerde çay içelim dedik. Zaten tüm çarşı koca bir çay bahçesi gibiydi.

Çarşıda çay içerken. Ezgin çay kaşığı sordu, çocuk afalladı. 
Kıtlama olduğunu sonradan aydık. Ben zaten şekersiz içiyorum çayı.

Çarşıdan genel görünüm.

Dikkatimizi çeken en büyük şey, sosyal hayatta kadınların hiç olmayışıydı. Evet, hiç. Gece çay bahçelerine gelmemiş diyeceksiniz belki ama, bir sonraki yazımda yazacağım üzere gündüz de biraz zaman geçirmek zorunda kaldık Doğubeyazıt'ta ve görüntü çok farklı değildi.

Doğubeyazıt'ın İstiklal'inde bir tur atıp öğretmenevine geri döndük. Ben güncel yedeklemeleri yaptım. Biraz sohbet ettik Ezgin'le ve yattık. 3 gün art arda uzun mesafeler sürdüğümüz için de ertesi gün  biraz geç kalkma kararı aldık. Kahvaltıyı da oda da yapacaktık. Sonra da ver elini İRAN!!!


19 Kasım 2013 Salı

03 Ağustos 2013 / Afyon-Sivas / 707 Km

Bugün toplam 707 kilometre yol yapmışız. Notlarıma göre 7h58m sürüp, 3h41m durmuşuz. Yani özetle Sivas'a vardığımızda iftar olalı 15-20 dakika oluyordu.

Bugünün rotası.

Sabah 0700 sularında dinlenmiş şekilde uyandık. Akşamdan tüm eşyaları hazırladığımızdan toplanma telaşımız yoktu. Bunu genellikle tüm gezi boyunca yapmaya gayret ettik. Kişisel temizliklerimizi yapıp aşağıya kahvaltıya indik. Güzel bir kahvaltı yaptık. Bizimle birlikte diğer konuklar da telaşla kahvaltılarını yapıp yola düşme derdindeydiler. İkinci bardak çayımı sigara ile içtikten sonra otelden ayrıldık. Dün benzin ışığı yandığından, öğretmenevine 500-600 metre uzaklıktaki benzinlikte depoları fulledik. Bu aldığım ikinci depoydu. İç Anadolu malum, karasal iklim. Sabah serinliği vardı. Montun fermuarını iyice kapadım. Afyon Bayat üzerinden Sivrihisar'a ulaştık oradan da Ankara istikametine döndük. Ankara'ya kadar durmadan ama radar kokusuyla düşük seyir hızıyla yol aldık. Ankara girişinde, çevre yoluna bağlanmadan hemen önce bir Opet istasyonunda mola verdik. Ailelere telefon açtık, depoları doldurduk ve Opet'in ikrami olan çaylarımızı içtik. Son 100 kilometre öğle vaktine denk geldiği için sıcak olmuştu ve sıcak da bizi biraz yormuştu. Bu mola epey toparladı bizi. Biraz makara kukara yaptık, serinledik. Giyinip, kuşanıp tekrar yollara düştük. Hemen çevreyoluna bağlandık ve sıkıcı bir sürüşün sonunda çevreyolunun doğu çıkışından Elmadağ istikametine doğru çıktık. Daha doğrusu çıkamadık, çünkü acaip bir trafik vardı. Ben aradan dereden geçsem de nihayetinde Ezgin'i beklemek için tekrar gerilere düşüyordum. Yoğun trafikte meşhur Elmadağ rampalarını sardık. Yolumuza devam ederken bir rampada epeyce yüklü ve yabancı plakalı, sepetli bir motor gördük. Rampayı oldukça yavaş çıktığından sollayıp yolumuza devam ettik ve geçerken de selamlaştık. Kayadibi civarına varınca Ezgin'in canavar Tenere benzini biraz fazla sevdiğinden benzin almak için Kayadibi tesislerine girdik. Biz benzin alıp oyalanırken, aaa bir baktık sepetli bize yetişmiş. Ardımızda durdu, o da benzin aldı ve sohbete başladık. Sonra bir şeyler atıştırmak ve çay içmek için davet ettik. Epey bir sohbet ettik. Yemek yiyip, çay içtik.

Daniela, kız arkadaşı, Ezgin ve ben Kayadibi Cennetbahçe'de yemekteyken.

Özetle, usta Çin'de 9 sene çalışmış, Çince öğrenmiş, Ekvator'lu kızla tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Aslen Fransız olan Daniela, Çin'deki işinden ayrılınca sepetli motorla Paris'e gitmeye karar vermiş. Motor Rus replikası, Çin yapımı bir motor. Dediğine göre krank milinden piston segmanına kadar her şeyi yolda teker teker bozulmuş ve değiştirmiş. Motorun değişmeyen parçası kalmamış. Kah sanayide kah tornacıda geçirmiş zamanını. Türkiye'ye gelince de kız arkadaşı katılmış yolculuğuna. O, kendi yolculuğundan, biz, kendi yolculuğumuzdan bahsettik. Tabi, bizim henüz ikinci günümüz olduğundan yolculuğumuza dair anlatacak çok şeyimiz yoktu. Yemekten sonra motorların başına geçtik, bir kaç fotoğraf çektirip, birbirimize iyi şanslar diledik ve onlar Kapadokya'ya biz ise Sivas istikametine kırdık gidonları. Ustanın sayfa: http://www.slowside.org

Daniela ve kız arkadaşı ile motorlarının başında hatıra fotoğrafı çekindik.

Ezgin'e yanına daha fazla eşya alabileceğinden sepetli motor fikri
epeysıcak geldi sanırım. Yani o tebessümden ben onu anladım.

Konukları yolcu ettik, biz de yola çıkmadan biraz önce fotoğraf çekinelim dedik.
Ezgin, her fırsatta eşi ve kızları ile özlem giderdi.

Sonra, az gittik, uz gittik sıcaktan bayıldık, bozkırları geçtik. Bir iki kere mola verdik. Serinledik, dinlendik, muhabbet ettik ve çocuklar gibi şendik. Evden uzaklaştıkça, daha doğrusu doğuya yol aldıkça yavaş yavaş gezinin de farkına ve tadına varıyorduk. İklim, coğrafya ve tabiat değiştikçe evlerimizden uzaklaştığımızı daha iyi anlıyor ve sanki iki kişilik bir yalnızlığa bürünüyorduk. Bu yalnızlık dostluğumuzu daha da pekiştiriyordu. En azından benim hissettiklerim öyleydi. Her ne kadar Türkiye'de de olsak, yabancı bir yerdeydik, ama yalnız değildik. Bu güven duygusu güzeldi ve ben ilk kez tadıyordum. Çünkü, daha önceki uzun turlarım hep tek kişilikti. Öğrenci evlerinde, fizik bölümünün amfilerinde başlayan dostluğumuz şimdi doğuya doğru yol alıyordu ve yol aldıkça sanki daha da yakınlaşıp dostluğun üst basamaklarına tırmanıyordu.

Biraz Ezgin'den bahsedeyim. Ezgin evli 12-14 yaşlarında dünya tatlısı iki kızı var. Çok okuyan, çok düşünen, bu yüzden de bilgisine aşırı güvendiğim, iyi empati yapabilen, her şeyi mantık platformunda düşünen ve kararlar veren bir insan. Tüm bunların yanında sakin, karşısındakini dinleyen, "saygı" gösteren tutumu var. Bu özellikleri gün geçtikçe daha da ortaya çıktı ve yolculuk çok rahat, çok sorunsuz ve keyifli oldu. Bir kere bile birbirimize ters düşmedik, bir kere bile fikirlerimize itiraz etmedik, afra tafra gibi çocuksu tavırlar sergilemedik. Yolu, yolculuğu birbirimize daha kolay kılabilmek için elimizden gelen çabayı gösterdik. Duralım dedik mi durduk, gidelim dedik mi gittik, yiyelim dedik mi yedik, içtik. Ezgin bir kez Qom'da epey sinirlendi, gerildi ve stres oldu trafiğe ve insanların etrafımızı çevirmesine. Otele girmeden 15 dakika, kapının önünde su içtik, konuştuk ve Ezgin'i yatıştırmaya çalıştım.

Akşam saat 2000 civari Sivas'a vardık. Sivas'a girişte bizi ramazan panayırı karşıladı. Bir caddeyi araç trafiğine kapatıp panayır yeri yapmışlar. Yanından dolaşıp, GPS'i de takip edip, elimizle koymuş gibi Sivas Öğretmenevi'nin ön bahçesine çektik motorları (N39 44.792 E37 01.255). Motorların emniyetini sağladıktan sonra hemen resepsiyona yöneldik ve odamızın anahtarını aldık. Resepsiyon görevlisine sabah kahvaltısını ve akşam yemeğini sorduk. Ramazan olduğundan dolayı kahvaltı vermediklerini (devlet kurumunda) söyledi, akşam yemeği için alt katta olan yemekhaneyi gösterdi. Odaya çıkmadan direk yemekhaneye indik. İnsanlar, iftarını yapıyorlardı. Biz de elimizde kasklarla ve yol kıyafetlerimizle girdik salona. Şef garsona benzeyen birine yaklaştık ve yoldan geldiğimizi, aç olduğumuzu ve yemek yemek istediğimizi söyledik. Garsonun yaklaşımı epey kabaydı. Orada sadece iftar servis ettiklerini, bunun da önceden rezervasyonla olduğunu ve bize yemek veremeyeceklerini söyledi. Şaşırıp kaldık. Devlet kurumunda aç kalmıştık ve sanki oruç tutmadığımız, "motorcu" olduğumuz, yabancı olduğumuz için cezalandırılıyorduk. Biz, hiç birbirimizle konuşmadan yine hep olduğu gibi sükunetimizi koruma kararı almıştık. Sonuçta yoldaydık ve yolcuyduk. Orada onların kuralları geçerliydi ve bizim o kurallara uymamız gerekirdi. Yolculuğun bir amacı da tüm konforunu, tüm inançlarını, tüm ideolojik fikirlerini evde bırakmak ve gittiğin yerlerdeki tutumları, kültürü, fikir yapısını, sosyal hayatı görmek, öğrenmek değil miydi? Aslında bu yolculuk sırasında sadece maddeden, dünya malından soyutlaştırmıyorsun kendini, aynı zamanda sonsuz bir sabır bürünüp, temel değerlerin hariç tüm değerlerini nötralize edip, tamamen yeni "şeyler" tanımaya çalışmıyor musun? Her şeye kendi değer yargılarınla yaklaşırsan evden çıkmaman gerekir.

Bu sevimsiz durumdan sıyrılıp, odamıza çıktık. Bir-iki peksimet yedik, duş aldık ve üzerimizi değiştirdik. Bu arada, insanların iftar telaşı bitmiş, kan şekeri değerleri normale dönünce biraz daha düşünebilir hale gelmişlerdi. Sokağa çıkıp lokanta aradık. Sultan Sofrası diye bir köfteci bulduk. Malesef, her şey bittiğinden salata, 6-7 kuru köfte ve neredeyse birer ekmek yedik. Çayımızı içip, biraz çarşıyı gezmek istedik. Bir yandan da Madımak Oteli'ni görmek istiyorduk. Çarşı, tipik bir muhafazakar Anadolu şehri çarşısıydı. Bir çok cep telefonu ve operatörü dükkanı, apartmanların alt katlarına açılan, içinde her şey bulunabilen, rafların sıkış-tepiş olduğu süpermarketler, kadın popülasyonunun neredeyse sıfır olduğu Atatürk adının verildiği çarşı caddesi, tatlıcılar, fason markalar satan bol beyaz ışıklı giyim mağazaları, duranları çarpık park etmiş, hareket halinde olanlarının ise kural tanımadığı trafikteki arabalar, kol kola gezip etrafındakilere dikkat etmeden yürüyen, yükses sesle konuşan erkek popülasyonu...... saysam daha çok yazarım yani.


Madımak Oteli'ni bulmak için cep telefonlarımızın haritalarını açtık ve arama sekmesine Madımak Oteli yazdık. Geze geze telefonların gösterdiği noktaya geldik. Ortada otel göremiyorduk, zaten oranın otel olmadığını da biliyorduk. Gözümüzün önüne tam yirmi sene ve bir ay önce televizyonda gördüğümüz görüntüleri getirip doğru yerde olup olmadığımızı anlamaya çalışıyorduk. Bir yandan da çok belli etmemeye çalışıyorduk etrafa, zira insanların halleri pek de dostani gelmemişti bize. Bu yüzden kimseye de soramıyorduk. Derken, elinde bisikleti, uzun ve ak saçları ile bir usta belirdi. Ezgin'e, "dur bu adam halden anlar birine benziyor, buna soralım", dedim. Yanına yaklaştık, selamlaştık ve kısaca kendimizi tanıttık. Sonra Madımak oteli nerede acaba, diye sorduk. O da, tam önündesiniz, dedi ve olan biteni anlatmaya başladı. Madımak olayından sonra ilgili mercilerin hepsi elbirliği içine girip, Madımak olayının izlerini toplum hafızasından silmek için ellerinden geleni yapmış. Binayı baştan aşağı yenilemişler, en sonunda belediyeye bağlayıp, belediyenin bir birimini oraya taşımışlar. Yeni nesil orayı Madımak Oteli diye değil, belediyenin bir birimi olarak biliyormuş veya böyle bilmeleri için gerekli ortam yapılmış. Sonuçta ülkemiz için bu ibret verici olayın üzeri kapatılıp, toplumsal hafızadan silinmiş. Ama ne gariptir ki, olay günü bu olaya yardım ve yataklık eden, karşı çaprazındaki kebapçı, caddedeki kitapçı, bir kaç başka dükkan daha hiçbir şey olmamış gibi, hatta işlerini arttırıp, dükkanlarının dizaynlarını daha iyileriyle değiştirerek işlerine devam etmişler. Kıssadan hisse, olayın üzeri kapanmış, toplumsal hafızadan silinmiş ve bu olaya yardım ve yataklık edenler de ödüllendirilmiş. Yazık ki, ne yazık... Çok yazık hem de...

Madımak Oteli'nin günümüzdeki hali. Sanki hiçbir şey olmamış gibi değil mi? Sanki hiç 33 aydın insan, 2 masum otel çalışanı canice yakılmamış gibi değil mi? Sanki orada yanan insanlık, aydınlık Türkiye, sanat, edebiyat, tarih, bir milletin kültürü değil gibi değil mi? Sanki o binayı restore edip, dönüştürünce tüm ayıplarınızdan, hayasızlıklarınızdan, yobazlıklarınızdan, cehaletinizden de sıyrıldınız değil mi?

Sonra buruk bir şekilde ayrıldık Madımak'ın önünden. Akıllarda binlerce soru.. Hava da serinlemeye başlamıştı zaten. Öğretmenevine giderken vitrinlere baktık biraz. Marketin birinden şampuam, kulak çubuğu ve dengeli beslenme için biraz meyve aldık. Fazla da geç olmadan odaya çıktık. Yine de yatağa girerken saat gece yarısını geçmişti.

Marketten aldıklarımız.

Ezgin, hıyarla vitamin ve mineral depoladı:)

Ben o esnada günlük fotoğraf ve GPS verisi transferi ile meşguldüm.

Yarın yine 700 küsür kilometrelik bir sürüş bizi bekliyordu ve bugün cidden yorulmuştuk. Sıcakla baş etmeye çalışmak işleri daha da zorlaştırıyordu. Yarın Türkiye'deki son gündüz sürüşümüz olacaktı ve bir sonraki gün yurdu terk edip, İran'a girecektik. İşte bu heyecan vericiydi.

02 Ağustos 2013 / İzmir-Afyon / 394 Km

Epey zaman oldu, dünya telaşından ancak zaman bulabildim. Aslında ancak zaman ayırabildim yazmak daha doğru olur. Oldukça fazla bilgi silinmiş aklımdan. İyiki seyir defterimi sağlam tutmuşum. Fotoğraflar ve seyir defterimdeki giriler faydalı oldu uzun zaman sonra yazmama.

Bugün hem Ezgin, hem de benim için uzun zamandır (hakikaten uzun zaman ama) planını yaptığımız ve çoğu zaman gerçekleşmesi imkansız gibi, hayal gibi gelen yolculuğun başlangıç günüydü. Geçmiş zaman kullanmayı sevmiyorum yazarken, bir dahaki tura günü gününe yazabilirim. Geçen iki tur da hep günü gününe yazacağım dememe rağmen bunu üçüncü büyük gezimde de gerçekleştiremedim ve her şey bittikten sonra kaleme alabiliyorum. Neyse.. Umarım Nepal gezimde günü gününe yazabilirim.

Sabah Ezgin ile telefonla görüştük. Ezgin, sabah saat 1000 gibi Fethiye'den hareketlendi ve benden daha önce Afyon'a vardı. Daha önceden Afyon Öğretmen evinden yer ayırtmıştık. Geceliğine ikimiz de kişi başı öğretmen olmadığımız için 45TL ücret ödedik.

Ben öğleye kadar işe gittim ve saat 1200'de eve geldim. Bir haftadır hazırladığım ve yine de son geceye kalan hazırlıklarım Allah'tan bugüne sarkmadı ve saat 1300 gibi hazır olan yan çantaları motora iliştirip yola çıktım. Evin garajından çektiğim fotoğraf motorun takometresindeki kilometreyi 4942 Km olarak gösteriyordu. Bu arada yolda edindiğim tecrübeden 2012 V-Strom takometresinin GPS takometresine göre %7 daha fazla gösterdiğini keşfettim. Yani motorun takometresine göre 107 Km/h giderken GPS'den okuduğum anlık hizim 100 Km/h idi. Bu da demek oluyor ki 2012 V-Strom'larda %7'lik güvenlik marjini bırakmışlar.

Evden çıkmadan motorun kilometresi

Evden çıkınca 10 Km uzaklıktaki Urla sanayide bulunan Sabri Usta'ya uğradım. Sabri Usta vefat ettiği için oğulları var artık. Cana yakın, motordan anlayan ustalar ve Suzuki yetkili servisi aynı zamanda. Yola çıkmadan bir hafta önce motorun genel bakımını yaptırmıştım, ama yine de zincire, yağa ve teker hava basınçlarına baktırmak istedim. 3 litre de Castrol marka motor yağı aldım (25x3=75TL). Sabri usta ile vedalaştıktan sonra vurdum yola. Hedefte Afyon:

Bugünkü rotamın GPS izleri

Ağustosun ikisi olduğu ve öğle vakti yola çıktığım için havanın sıcaklığı 34-36'lı derecelerde seyrediyor ve her zaman olduğu gibi full koruma ile yol aldığımdan çok terleyip bolca su kaybediyordum. Lakin, geçmiş turların tecrübelerini bu turda kullanmaya başlamıştım. Daha önceden de yazdığım gibi terleme ile beraber su kaybı oldukça arttığından bu sefer yola Camelbak ile çıktım. her 30 veya 45 dakikada bir benziklerde 1-2 dakika durup hortumdan su emdim. Kaskım full-face olduğu için yolda seyir halinde su içemiyordum. Ama ilerleyen günlerde bunun da bir yolunu buldum ve kaskı hafif yukarı kaldırıp, kaskın altından su hortumunu sokup su içebiliyordum. Böylelikle aşırı yorgunluk olmadığı taktirde bir depo benzin bitinceye kadar durmadan sürüş yapabiliyordum. Ezgin, flip-up kask kullandığı için sağa çekip, biraz yavaşlayıp su içiyordu.

Radar korkusundan dolayı seyir hızım 100-110 Km/h idi. Böylelikle az da yakıt yakıyor, benzin için durmam gerekmeden Afyon'a girebilmeyi hedefliyordum ve hedeflediğim gibi de oldu. Bir depo benzinle GPS'e göre 398 Km sonra, saat tam 1800'de Afyon Öğretmenevi'ne ulaştım (N38 45.131 E30 33.054). Öğretmenevine vardığımda benzin ışığı yanmaya başlamıştı. Uşak'tan sonra süratimi biraz arttırdım, çünkü ramazandı ve iftar trafiğine yakalanmak istemiyordum. Tabi bir de yemek bulma sorunu olabilirdi.

Ezgin kapıda karşıladı ve motoru öğretmenevinin arkasına çektik.

Afyon Öğretmenevi

Afyon Öğretmenevi, motoru çektiğim yer ve içinden o gün için gerekli eşyaları alırken

Afyon Öğretmenevi, Ezgin benden önce geldiği için motoru çekmiş, çantaların üçünü
de odaya çıkartmış. Tabi bu çanta sökme takma işini bir daha yapmadı :)

Ezgin daha önce geldiği için odaya çıkmış, duşunu almış ve kısmen yerleşmişti. Ben yan çantaları sökmeden, içinden gerekenleri alıp çıktım. Duş aldım, üzerimden çıkanları kurumaları için camın önüne astım. Ezgin'le biraz sohbet ettik ilk günün heyecanıyla. Sonra yanımıza aldığımız eşyalardan konuştuk, birbirimize kısa bilgiler verdik. Yola çıkmadan, yanımıza atıştırmalık alalım demiştik ama tabi ben 64 Ezgin ise 120 kilo çekiyorduk baskülde. O yüzden, benim atıştırmalık kavramım ile Ezgin'inki elbette farklıydı. İste Ezgin'in yanına aldığı "atıştırmalıklar":

Sağ olsun, atıştırmalık ayağına Ezgin marketi talan etmiş

Ben yanıma bir-iki Snickers ve fazladan 2L su almıştım. Yoldan önce yaptığımız paylaşıma göre, ben ilk yardım çantası alacak, Ezgin ise destek hapları alacaktı. Bu destek haplarının epeyce faydalarını gördük. Kesinlikle uzun yolculuklar için Camelbak ile tavsiye edeceğim ikinci zorunlu malzemedir. Her gün bir tane multivitamin, bir tane balık yağı ve bir tane de bağışıklık kuvvetlendirici hap alıyorduk. Ekstradan (yine önceki tecrübelerimden) ishal hapı da aldım yanıma ve Ezgin bunun faydasını gördü.

Bu atıştırmalık işinde aslında ramazan olmasının psikolojik etkisi de vardı. Malum, Anadolu'nun içlerine girdikçe muhafazakarlık artıyor ve ramazan ayında bazen açık yer bile bulamıyorsunuz. Bulsanız da insanlar oruç tutarken yiyip içmek pek hoş olmuyor.

Yolculuğun, gezginliğin temel prensiplerindendir gittiğin yerlerdeki inanca ve uygulamalarına saygı göstermek. Biz de bu konuda oldukça hassas davranmaya çalışıyorduk.

Akşam saat 2020 gibi iftar vaktiydi. Öğretmenevinin lokantası daha önce açılmış, ama sadece bir menu ile hizmet veriyorlardı. Biz oldukça acıktığımızdan iftarı bekleyemedik ve öğretmenevinde kalan diğer konuklarla o tek menuyü yedik. Tavuk sote, pilav, çorba, salata ve tatlıdan oluşan menuye 8.50 TL gibi bir para ödedik. Yemekten sonra biraz dinlendik ve akşam serinliği çökünce çay bahçesine indik. Çay içerek keyif yaptık ve soda ile de mineral depoladık.

Öğretmenevinin bahçesinde sohbet edip, yorgunluk attık.
Ezgin facebook'una fotoğraflar yükledi

İlk günün kondüsyonsuzluğu, sıcakta yol almanın yıpratıcılığı ile buluşunca da saat 2300 gibi yataklara girdik. Ben uykuya dalmadan o günün fotoğraflarını ve GPS verilerini bilgisayara yedekledim, mailları kontrol ettim ve bunlar bitince ışığı kapadım, uyumak için battaniyeyi üzerime çektim. Uykuya dalmadan her zamanki gibi düşünceler geçti aklımdan.

Bu daha ilk gündü ve önümüzde sürülecek 8500 Km yol ve 14 gün vardı.

Heyecan var mıydı? Hayır, yani hissedilenler heyecanla anlatılamazdı sadece. İçinde heyecanın da olduğu bir çok duygunun karışımıydı hissettiğim. En çok merak vardı evvela. Yarın ne olacağı, nasıl olacağı, neden olacağı merakı. Sonra, karşılaşılan herhangi bir durum için gerek mental gerek ekipman olarak donanımımın yetip yetmeyeceği sorusu vardı. Pes etme noktam neydi, ne olursa pes eder geri dönerdim? Bunu merak ediyordum. Tek motorla gezmede değil, hayatın hemen hemen her noktasında pes etme, yenilmeyi kabul etme, bırakma, vazgeçme eşiğim çok çok yüksektir. Direncim sağlamdır yani. Bu sebeple o zaman da şimdi de pes etme noktam olarak gördüğüm iki nokta vardı:

1- Motorun turu tamamlayamacak şekilde arızalanması veya hasar görmesi/çalınması,
2- Ölümcül veya uzun süre hastanede kalmam gerekecek bir kaza geçirmem. (veya uzucu bir haber almam da olabilir tabi)

Yoksa, sıcakmış, para-pul çalınmasıymış, sınırdaki zorluklarmış gibi şeylere asla pabuç bırakmazdım, bıramadım da.

Böyle düşününce de kaza ve arıza durumu hariç, insan her şeye kendini gerek mental, gerekse ekipman olarak hazırlayıp yola çıkıyor. Nitekim, yolculuk sırasında ufak tefek medikal sorunlar atlattık, sınırda terso durumlarla karşılaştık, sıcaktan iflahımız gevredi, Ezgin'in motorda ufak sorunlar oldu falan....

Sonuçta motorlar "enduro" idi ve bu yolculuk da "endurance"! Gereksiz risk elbette almadık ama gerektiğinde de sınırları zorladık. Önemli olan her gece gemiyi limana yanaştırmaktı. Önceden yaptığımız yol ve konaklama planlarına pek sadık kalmadık. Böylece hedefe ulaşmak yerine, hedef için yolda olmaktı çabamız ve tek hedef vardı: Hayatta bugüne kadar yaşanılmış ve pek de renkli olmayan kısımlarına sünger çekmek, bir başka deyişle beyaz sayfa açmak. Bu yüzden, Ezgin yola çıkmadan çok önce yolculuğun adını beyaz sayfa koymuştu. Benim de sıkca kullandığım kelimeyi kullanıp yolculuğun adını beyaz sayfa candır koyduk. Elbette bunun yanında sağ salim yurda dönmek ve güzel anılar biriktirmek, biriktirdiğimiz bu güzel anıları da sevdiklerimizle paylaşmaktı.

İlk günün sonunda ayrı ayrı da olsa Afyon'a sorunsuz varmıştık ve bundan sonraki 14 gün boyunca birbirimizden hiç ayrılmayacaktır. Aynı odada kalacak (hatta 2-3 kere aynı yatağı paylaşacak), aynı banyoyu, tuvaleti kullanacak, aynı yollardan gececek, aynı güneş altında terleyip, aynı ruzgarla serinleyecektik. Bu, aslında dostluğunda bir sınavı olacaktı. Yirmibir yıllık (rakamla 21 yıl) bir dostluğun sınavı.

18 Kasım 2013 Pazartesi

İran Gezisi İçin Genel Bilgiler

Yıl 1993. Üniversite'ye girmişiz.

Hepimiz birer genç Einstein adayı, Nobel taliplisi edasındayız.
Orada kurulan güzel dostluklar, unutulmaz günler..
Mezun olduktan sonra elenerek azalan, bir elin parmakları kadar kalan dostlar, dostluklar..

O dostlardan biri de Ezgin. Ezgin Tan. Doğma büyüme Fethiye'li. Yerlisi. Yaklaşık on yıldan beri motorla uzaklara gitmeyi konuşup dururuz. Nasip bu seneye oldu. İkimiz için de beyaz bir sayfa açmak gerekiyordu hayatta. Dünya telaşından, iş koşuşturmasından, aşk kırıntılarından, gereksiz, boğan ve dibe çeken bir sürü ayrıntılardan uzaklaşmak, eskiye gömmek, kişisel tarihimizin bir sayfasina nakşedip, orada bırakmak için lazimdi. O yüzden bu yolculuğun adını da beyaz sayfa koyduk.

Ben yurtdışından döndüm. Fethiye'ye Ezgin'i ziyarete gittim ve "şimdi değilse ne zaman?", dedik. Baktığı 2009 model 660 Tenere varmış zaten. Ertesi gün gidip aldık motoru. Bana da sahibinden.com'da Urla'da satılık olan 2012 V-Strom bulduk. Urla'ya dönünce o motoru aldım. Turun adı gibi, her iki motor da beyazdı. İkimiz de motorların eski sahipleri ile güzel dostluklar kurduk bu arada.

Biliyorum, blogda belki çok fotoğraf istiyorsunuz ama bunda sanırım çok yazı olacak.

Ezgin, on yıla yakın scooter kullanıcısı. Tenere ilk büyük motoru. Çok okuyan, aydın bir insan olduğundan motor sürmenin ve uzaklara gitmenin ne demek olduğunun bilincindeydi ve hemen gitti full korumalı kıyafet ve gerekli ekipmani aldı. Sonra da hemen OMM'nin sürüş kurslarından birine katıldı. Epey de faydasını gördüğünü söylüyor.

Ben 10 senedir 650cc motor kullanıcısıyım. Uzun soluklu olarak İngitere-Türkiye, Türkiye-Fas ve yurt içinde bir çok geziler yapmıştım daha önceleri. Hepsini zamanla yazağım bloga. Ezgin'e göre daha tecrübeli gibi düşünülsem de asla öyle hissetmedim ve en az onun kadar heyecan ve endişeliydim yolculuk öncesi. Hatta yola çıkmadan bir gece önce epey gergindim.

Ezgin'in motorunda her türlü aksesuar mevcuttu. Hiç masraf yapmadi. Ben koruma demiri, orta sehpa, yan çanta taşıma demirleri aldım ve kendim taktım. GPS alıcısının tutucusunu gidonun soluna monte ettim ve gücü koltuğun altına taktığım 12V çıkıştan aldım. 12V tekne tipi çakmaklık daha önceden vardı ve 5A sigorta ile bir ucunu akünün pozitif kutbuna, diğer ucunu da şaseye bağladım. vstromturkiye.org'dan Önder ve Hakan'ın yardımıyla koltuğu 1.5-2 cm kadar traşlattım. Önceki sahibi Suzuki orjinal elcik koruma ve sakal tabir edilen karterin oraya monte edilen, yine orijinal Suzuki parçayi taktırmış. Tur boyunca uzun tur camına gerek duymadım (boyum 170cm). Eksikliğini duydugum en büyük aksesuar alüminyum karter koruma oldu. Motorun altını hasar vermeyecek sekilde de olsa 3 kere vurdum. Hasar yok ama yine de insanın canını sıkıyor ve daha dikkatli kullanmaya sevk ediyor. En kısa zamanda karter koruma taktıracağım. Yan çanta olarak, Touratech Zega 29L ve 35L asimetrik (eksozdan dolayı) çantalar kullandım. Baska ne topcase ne de tankbag vardı ve bu iki çanta ziyadesiyle yetti. Ne kadar hafif, o kadar iyi sonuçta. Zaten eşyanın esaretinden kurtulmak için de çıkmadık mı bu yolculuga?

Yanıma aldığım eşyalar (Gerekli olanların açıklamarını aşağıda yapacağım):

- Pasaport
- İran için Carne de Passage (CdP)
- Nüfus Cüzdanı
- Banka kartları
- Planlanan bütçe kadar para (TL ve USD olarak)
- Uluslararası Taşıt Belgesi
- Motorun ruhsatı, sigortası
- İran ve Türkiye Haritaları
- Lonely Planet İran kitabı

- 1 tane şort olabilen Craghoppers outdoor pantalon
- 1 tane uzun, ince Craghoppers outdoor pantalon
- 1 tane uzun kollu Craghoppers outdoor gömlek
- 4 t-shirt (3 olabilirmiş)
- 3 adet kilot
- 1 adet uzun, ince alt içlik (korumalı pantalonun altına pantolon bacağıma yapışmasın diye giymeye)
- 3 çift çorap
- Salomon XA3D Ultra2 yürüyüş ayakkabısı
- Ultralight fiber havlu
- Polarize güneş gözlügü
- 2L hacimli Camelbak hydration pack
- 22L Quechua sırt çantası
- Caberg Kask, sürüş botu, korumalı mont, pantalon, eldiven, balaklava, reflektörlü yelek.

- Sinek kovucu losyon
- Kültür takımı (şampuan, saç bakım kremi, sabun, diş firçası ve macunu, parfüm, tarak, tırnak makası)
- İlkyardım Çantası (yara bandı, sargı bezi, ishal hapı, Aferin, Apranax, Betadin, Rennie)
- İğne - iplik
- 2 adet Victorinox çok amaçlı çakı
- 1 Şişme ultralight yatak
- 1 Ultralight sleepingbag liner tulum
- 12V ile çalısan su ısıtıcı
- Az miktarda tuz
- Çelik, kulplu bardak
- Kamp çatal-kaşık seti
- Ufak bir dürbün
- Seyir defteri, kalem
- Petzl E+Lite kafa feneri

- Canon A1000 fotoğraf makinası
- Mini Tripod
- İki cep telefonu (iPhone 4 ve Nokia e55. Birine Irancell takacaktık)
- Asus 910 9" bilgisayar ve adaptörü
- Garmin GPSMap 60CSx GPS alıcı (Garmin TR haritası ve Openstreetmaps İran haritasi)
- GPS için güç kablosu
- 1 Tane çift uçlu USB kablosu
- 2xUSB çikisli 12V adaptör (ayni anda GPS çalistirmak ve telefon sarj etmek için)
- 8X Sanyo Eneloop sarjli kalem pil (GPS ve fotoğraf makinasi için)
- Tütün, sigara kagidi, filtre, 2 çakmak
- 10x15cm drybag
- 33L drybag

- 10 adet çesitli boylarda kablo bağı
- Çesitli ebadlarda alyan anahtarı
- 14 numara yıldız anahtar (yağ tıpasını açmak için)
- 2 tane ayarlı anahtar (teker ve zincir ayarı için)
- Lastik tamir takımı
- Bisiklet pompası
- Motorun kendi alet çantası
- Bağlama zinciri (motoru bağlamak için)
- Tahrik zincir baklası
- Duck Type
- WD40
- Zincir yağı spreyi
- Zincir yağı temizleyici spreyi
- Disk kilidi
- 2 adet kancalı lastik
- 1 adet ahtapot lastik
- 2 adet tokalı, ayarlı, enli kayiş

Ezgin'de kendi özel eşyaları haricinde, 220V ile çalışan ucuz bir su ısıtıcı, epey miktarda hazır çorba, peksimet, çay, kahve, balık yağı hapı, multivitamin hapı, bağışıklık güçlendirici haplar almiş. Bu haplardan hergün birer tane içtik.

Şimdilik aklıma bunlar geldi. Eksik varsa eklerim.

Carne de Passage - CdP (Triprik): Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'ndan alındı. İran için karne defter bedeli 200TL ve 200USD teminat. Motorları yurda sokup, gümrükte uygun yerleri damgalatınca Turing'e dilekçe yazıp bu 200USD geri alınıyor. Kontrol için, adınızı, soyadınızı, plakanızı, motor şase ve motor numarasını kontrol edin. Motorun üzerindekilerle aynı olduğundan emin olun. Bazen ruhsatta da yanlış yazılabiliyor.

CdP kapak. Bu sayfadaki bilgileri kontrol edin.

CdP iç sayfa. Burayı Türk gümrüğü damgalıyor.


CdP sayfası. Bu sayfa üç bölümden oluşuyor. En alttaki bölümü İran gümrüğü girişte alıyor ve en üst kısmına da bir şeyler yazıyor. Orta bölümünü de İran'dan çıkarken koparıp alıyor. Bu kısımlarda eksik varsa Turing'den depozitoyu alamıyorsunuz ve bir sürü kağıt işlemi yapıyorsunuz. Özetle, CdP'a özen gösterin.


Uluslarası Ehliyet: Zorunlu olsa da soran eden olmadı. Bir terslik olması durumda eminim ihtiyaç duyulacaktır. Bu yüzden alınması tavsiye edilir. İlk alım için gün itibarı ile 347TL, yenileme için 180TL istenmekte.

Uluslararsı Taşıt Belgesi: Turing bunu bedavaya verdi. Soran olmadı. Sadece İran tarafında sigorta alırken kullandık. Türk ruhsatı ile de bu sigorta alınabiliyor. 

Türk Ruhsatı: Gümrüğün Türkiye tarafında soruldu.

Türk Sigortası ve Kasko: Gümrüğün Türkiye tarafında soruldu.

Vize: İran için umuma mahsus veya diğer TC pasaport çeşitleri için vize gerekmiyor. Sadece pasaport yeterli.

İran Taşıt Sigortası: Bunda bizi oradaki deynekçiler kazıklamaya çalıştılar. Motorlar için 1 yıllık oluyor deyip motor başına 175TL istediler. Gümrükteki memura "2 haftalık da oluyor mu?" diye sordum. "Oluyor" deyince gümrüğün hemen dışında özel sigorta şirketleri var, oraya gittim. Gümrük kapısına 90-100 metre ilk kavşaktaki meydanda. Kavşağın solunda 6-7 tane sigortacı var ama sadece biri motor için sigorta yapıyor. Sigorta şirketinin adı Novin Sigorta (koordinat: N 39 23.826 E 44 23.291). Sigortayı Barış adında düzgün Türkiye Türkçesi konuşan bir genç yapıyor. Ofisi tarif ettiğim yerdeki binadaki 2. katında. Dışarıdan tabelası görünüyor. Telefonu +98 914 961 1127. Ben gittiğimde ofis kapalı ve yerinde yoktu. Kapısında yazan bu numarayı aradım 45 dakikaya geldi. Motor başına 30TL karşılığında İran için 2 haftalık motor sigortası yaptırdık. Diğer değnekçilere de pasaport ve karne işlemlerinde yardım ettikleri için 30TL istediler, 20TL verdik. Tavsiye: deynekçiye gerek yok. Boşuna para kaptırmayın. 

İran sigortası

Gümrük Geçişi: Türkiye tarafında işlemler oldukça basit ve hızlı. Polisler motorla gelince ekstra ilgi gösteriyorlar. Demir kapılar açılıp İran tarafına geçince işler birden yavaşlıyor. Ama orada da ilgili memurlar oldukça alakadar. Burada bir binaya giriyorsunuz ve pasaportunuza giriş damgası vuruluyor, Carne de Passage'ın ilgili yerleri doldurulup damgalanıyor. Bunlar için 2 ayrı masa geziyorsunuz. Sonra bir memur sizinle dışarı çıkıp bagajlarını usulen kontrol ediyor. Alkol var mı diye soruyor. O da bir kağıda damga vurunca İran'a girmeye hak kazanıyorsunuz. Bu gümrükten yaklaşık 1km gidince ikinci bir gümrük kapısı geliyor ve burada damgalanan CdP, ilk gümrükten aldığınız beyaz bir kagıt ve İran sigortanızı göstermek zorundasınız. Sigortanız olmadan motorları ikinci kapıdan geçirmenize izin vermiyorlar. Ama sizin pasaportunuza giriş damgası vurulduğu için yaya olarak İran'a girip sigortalarınızı alabiliyorsunuz.

Birinci Gümrük Kontrol Noktası: N 39 24.682 E 44 22.655. Bu noktada pasaport kontrolu ve giriş damgası, CdP kontrolu ve mühürü işlemleri yapılıyor

İkinci Gümrük Kontrol Noktası: N 39 23.863 E 44 23.226. Bu noktadan sonrasını motorunuza İran'da geçerli bir sigorta yaptırmadıysanız motorunuzla geçirmiyorlar. O yüzden motoru polis kulubesinin yanına bırakıp, kilitleyip ve üzerindeki tüm değerli eşyaları alıp aşağıda koordinatını verdiğim yerde bulunan sigortacıya gidin

Motor için Sigorta: N 39 23.826 E 44 23.291. Novin Sigorta. Barış ile irtibata geçin. Tel: +98 914 961 1127

Gümrükten Sonraki İlk Benzinlik: N 39 23.175 E 44 23.372. Son gümrük noktasından 500 metre sonra İran tarafında Bazargan'da. Türkiye'den çıkışınızda benzininizi ona göre ayarlayın. Full depo ile İran'a girmeyin yani. Gün itibari (4 Ağustos 2013) ile İran'da 95 oktan kurşunsuz benzin 7000 Riyal = 700 Tömen = 0.45 TL (45 kuruş). Mazot 400 Tömen

Gümrükten Sonraki İlk Lokanta: N 39 23.689 E 44 23.298. Sahibi babacan bir İran Azeri Türkü. Kendisi ve dükkanda çalışan herkes Türkiye Türkçesi konuşuyor. Fiyatlar gayet uygun. Para da bozuyorlar uygun kurdan. Burada da Riyal alabilirsiniz.

Kredi kartı ve para/para bozdurma: Siz siz olun, Türkiye tarafında bozdurmayın. Ağız yapıp, diğer tarafta ucuza bozuyorlar falan diyorlar. Bize 1TL=1350 Tömen'e bozdular. 10 adım sonra İran tarafında 1600 Tömen'e de bozdurduk. 

Batı kökenli kredi kartları (Master, Visa, vb) kullanılamıyor. ATM'lerden para çekilemiyor. Dolar her yerde rahatça bozuluyor. Gün itibarı ile 1USD=3200 Tömen. Oteller daha ucuza bozuyor. Karaborsa veya döviz büroları normal değerlerini veriyor. Döviz bürosu turistik şehirlerde rahatlıkla bulunabiliyor. Türk lirasını sınırın öte tarafı olan Bezergan kasabası hariç başka yerde bozdurmadık. O yüzden iç kesimlerde TL alınıp satılıyor mu bilmiyorum. Dolar'da sorun yaşamadık. 

İran'ın resmi para birimi İran Riyalı. Ama kimse Riyal demiyor. Riyal'den bir sıfır atıp Tömen olan rakamı söylüyor. Paraların üzerinde Tömen yazmıyor. Alıp verdiğiniz para yine Riyal ama bir sıfır atıp Tömen diye söylüyorsunuz. Mesela, benzin pompalarında benzinin litresi 7000 Riyal olarak yazıyor. Depoyu doldurunca (V-Strom için) 130000-140000 Riyal tutuyor ama pompacı size 13000-14000 Tömen diyor.

Akaryakıt istasyonları: Şehir içlerinde bulmak zor değil ama otoban ve şehirlerarası yollarda Türkiye'deki kadar sık yok. O yüzden deponuzu her fırsatta doldurun. Bir de CNG diye tabela ile gösterilen yerlerde sadece otogaz oluyor. Benzin veya mazot satılmıyor. Bu yüzden otobanda biz 30km geri gitmek zorunda kaldık. Buna dikkat. 

Yemek: Özel ve yerel restoranlar hariç bulabileceğiniz yemek bildiğiniz kuzu şiş veya adana. Altına bolca pilavla servis ediliyor veya bazen şiş pilavın altına gizleniyor (sanırım sıcak kalması için). Genelde yanına salata ve hazır, kapalı kutuda koyu kıvamda cacık geliyor (sarımsak antiseptik, antibiyotik vazifesi yapıyor yolda, candır). Dukh denilen, eser miktarda nane esansı barındıran ayran da milli içecek gibi. Ayran'a göre biraz daha sulu ama tadı çok güzel. Yazın terle beraber su ve mineral (çogunlukla sodyum/tuz) kaybettiğiniz için ayranı bol tuzlu içmenizi tavsiye ederim. Alkolsuz bira ve cola/fanta da her yerde mevcut. Yarım litre su, 1 litre benzinden pahalı :) Biskuvi ve abur cubur da mevcut ama yazın erime riskini göze alın ve kuru biskuvileri ve meyveleri tercih edin. Yukarıda bahsettiğim yemek öğünü sıradan bir restoranda 7-10 Türk lirasına yenebiliyor (25000-30000 Tömen). Sigara'da Bahman'ı tek geçerim. Ufak paketi var. İçinden 20 tane kısa ve ince sigara çıkıyor. Paketi 0.95 TL

Bahman sigarasi

Trafik: İran'da trafik "resmi" olarak Türkiye'deki gibi sağdan akıyor.

Trafik, yaya ve taşıtların karayollarında uyması gereken kurallar bütünü diye tanımlanıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Batıya doğru gidildikçe kurallara uyma artıyor, doğuya doğru gidildikçe de azalıyor. Sonuçta, İran'da trafik diye bir şey yok. Kendine has, yerleşik kuralları var. En birinci kural, kimse kimseye sinirlenip korna çalmıyor. Ana yol veya talihi yok diye bir şey de yok. Yol, burnunu önce çıkaranın oluyor. Sinyal kullanımı sıfır. Araç sollarken araca silme geçmek en makbül sollama. Şerit ihlali olağan bir şey. Genelde şeritlerin ortalarından sürülüyor arabalar. Ana yollarda U-dönüş yapmak için ayrılan şeritler var, bu yolun en solunda ilave bir şerit ve U-döndükten sonra da karşı yolun soluna çıkılıyor. Bunlara çok dikkat etmek lazım, çünkü adamlar durmadan ve aynı hızla birden aksi istikamette gitmeye başlıyor. Trafik ışığı sadece büyük şehirlerde var. Türkiye'deki kadar riayet ediliyor. Yol çalışmaları veya benzer durumlardaki işaretleme çok zayıf. Dikkatınızın her an açık olması lazım. Hemen hemen bütün kamyon, tır ve minibüsler Mercedes'ın İran'a ittirdiği çok eski modeller. Kömür yakıyor gibi duman çıkıyor eksozlarından. Kamyonların kaportaları yazın her daim 4-5 parmak açık hava girsin de hararet yapmasın diye. Her şartta her taşıtı solluyorlar, ama bizi hiç zor durumda bırakmadılar. Sizi gördüler mi sağa yanışıp geçmenize izin veriyorlar. Geneli de korna çalıp el sallıyor. Yani adamların garezi yok. Bu yüzden görünür olmak çok önemli. Giyilecek fosforlu yelek, sollama veya dönüş yaparken çalınacak korna (bilhassa gündüz), karanlıkta yapılacak selektör, her zaman farların açık olması, dönüşlerde önceden sinyal verme görünürlüğü arttıracakdır.

İran'da sıkca görebileceğiniz Mercedes'in 19XX serisi kamyonları. Egsozlarından uzak durum. Zira çıkardıkları siyah dumanı ancak soba borusunda görebilirsiniz.

Şehirlerarası devlet yollarında, tek şeritli ise gündüz 95, gece ise 85 Km/h hız limiti var. Otobanlarda hız limit 120 Km/h. Bolca radar var. Biz çok girdik radara, biri hariç diğerleri durdurmadı bile, el sallayıp devam edin dediler. Durduran da radara girdiniz, dedi. No beledi Fars-i, dedim. Motor kaç basıyor, kıymeti ne diye klasik sorular sordular, tokalaşıp yolcu ettiler. Özetle, motorcuya ve bilhassa yabancı motorcuya iyi davranıyorlar. 

Otobanlar paralı. Ama motora beleş:) İran'da 250cc üzeri motor olmadığı için otobanlarda motor tarifesi yok. Gişelere yaklaşınca el sallayıp geçin diyorlar. Biz de yavaşlayıp, korna çalıp, el sallıyorduk ve böylece bedavaya geçiyorduk. Tüm otobanlardan bedava geçtik. Devlet yolları genelde çift şerit. Asfalt kalitesi güzel. Bilmeniz gereken tüm tabelalar hem Arap harfleri kullanarak Farsça, hem de Latin harfleri kullanarak İngilizce yazılmış, rakamlar dahil. Zaten ikinci gün Arapça rakamları çözmüştüm. Yoldaki en büyük oyunum "Farsça rakamları doğru okuyabilecek miyim acaba?" oyunumdu.

Tek şeritli devlet yolları genelde köy, kasaba ve küçük şehirlerin içlerinden geçiyor ve çok kamyon ve tır oluyor. Beldelere giriş çıkışlarda ardışık olarak 3-4 tane kasis olabiliyor ve bu kasisler için genelde işaretleme yok. Kasis olduğunu kasisten ilk uçuşunuzda anlıyorsunuz. Yine klasik olarak kasaba giriş-çıkışlarında tamirciler ve benzinciler oluyor. Ufak tamiratlar burada yapılabiliniyor ve para almak bi yana, çay ikram edip, yemeğe davet ediyorlar. Türkçe bilen birileri mutlaka oluyor. Türkçe dediysek de Türkiye Türkçesi değil tabi ama, yine de anlaşılabiliniyordu.

İran'a girdiğimiz ilk gün Tebriz'e kadar gece sürmek sorunda kaldık. Bir kez daha gece sürüşü yaptık mecburen. Pek sıkıntı olmadı ama, azami dikkat etmek lazım yine de.

Şehir içi trafiği tam kaos. Çok ama çok dikkatli olunmalı.

GPS: Ben Garmin marka bir GPS kullandım. Garmin'in orijinal İran haritası yok. O yüzden openstreetmap.org'dan gitmeden tüm İran'ın haritasını indirdim. Bu haritaları Gamin uyumlu yapmanız için şu adresi kullanmanız gerekir: http://garmin.openstreetmap.nl/ Bu adresten indireceğiniz haritalar routable yani sağa dön, sola dön diye sizi yönlendiren haritalar. Yönlendirmesi çok mükemmel olmasa da haritalar bizim turumuz için epey yetti. Rotayı kendiniz çizmeniz gerekiyor. Sokak ve cadde detayları kafi. POI'lere hiç güvenmeyin, çünkü neredeyse yok. İran'da GPS çekmiyor da koca bir geyikten ibaretmiş.

Konaklama: Yahşi Otel dediniz mi birileri sizi güzel bir otele götürüyor. Bize genelde mopedli İranlılar yardımcı oldu. Türkiye standartlarında 3 yıldızlı bir otelde iki kişi gecelik 40-55 USD arasına kalabiliyorsunuz. Kaldığımız otellerin hepsinde sıcak su, havlu, sabun gibi temel ihtiyaçlar ve kahvalı fiyata dahil olarak vardı. Tebriz ve Abadeh'te zorunluluktan daha düşük otellerde kaldık. Oralarda da fiyat 30-35 USD civarıydı ve yine kahvaltı ve temel ihtiyaçlar vardı. Sonuçta uygun fiyata güzel konakladığımızı düşünüyorum. Çünkü o kadar sürüşten sonra insan cidden biraz da konfor arıyor. Ve az da olsa batıyı çağrıştıran ögeler. Otellerde normal olarak Dolar'ı daha düşük kurdan bozuyorlar. Küçük otellerde İngilizce bilen pek olmuyor. Zaten Türkçe konuştuk direk her yerde. Anlayan olmazsa İngilizce'yi denedik. Türkçe candır.

İletişim: Kaldığımız tüm otellerde Wi-Fi bağlantısı mevcuttu. Bir tek Shiraz'da ekstra ücret aldılar. Otellerdeki bağlantıların hızları tatminkardı. Ama youtube, facebook, eksisozluk, hürriyet gibi bir çok site engelliydi. ntvmsnbc.com'dan haberleri okuyorduk. Ezgin bir şekilde Turkcell hattını kullanıp, telefonunun data bağlantısı üzerinden facebook'a girebiliyordu. Ama sonucta faturası acı oldu. Ben sadece otellede kullandım interneti. Zaten facebook'um da hala yok.

Türkiye'deyken, İran'a ait bir cep telefonu operatöründen simkart alırız diye konuşmuştuk. Sonra İran'daki ilk günümüzde Tebriz'e giderken mola verdiğimiz yerde Türk tır söfüru ile karşılaştık. Onda Irancell varmış. Simkart alması yaklaşık 20TL ve Türkiye ile konuşması, yanlış hatırlamıyorsam 5 dakikasi 1.5TL demişti. Biraz farklı da olabilir ama ucuzdu neticede. Velhasıl kelam biz Irancell almadık. İkimiz de Turkcell'in akıllı yurtdışı tarifesinden faydalandık. Lakin, bunun da "uzaklar" tarifesi olacak. İran'ı kapsayan bu tarife çünkü. Bu tarife ile 50TL karşılığı Turkcell size 30dk arama veya aranma hakkı veriyor. Paket aşınca arama/aranmanın dakikası 1.59TL ve pakete göre 10 kuruş daha ucuz. Ama bundan faydalanmak için paket almanız gerek. O yüzden paket bittiğinde bir ayınız dolmadıysa yeni bir paket almayın, dakikası 1.59TL'den devam edin. Ezgin, cep telefonu şebekesi üzerinden internet de kullandığı için yüklü fatura ödedi. Benim telefonda whatsapp ve Viber yüklü. Otellerde konuşma işini Viber, mesajlaşma işini de whatsapp üzerinden yaptım. Malum, bayrama da denk geldiği için epey faydalı oldu. Türk hattı takılı cep telefonlarından bazen çevidiğiniz numara (ister Türkiye, ister İran numarası olsun) düşmüyor. Buna da acil durumlar için dikkat edilmesi lazım.

Postane ve ankisörlü telefonlar da var, gördüm de çarşılarda ama hiç işimiz düşmedi.

Elektrik, 220V, 50Hz ve bizim Türkiye'de kullandığımız fiş/prizlerden kullanıyorlar.

Otellerde yabancı TV kanallar yok. Tüm kanallar Farsça.
Cep telefonu her yerden çekti. Her yer ile kastım elbette motorla durduğumuz her yer.

Kıyafet: Erkeklere şort giymek yasak. Yazın gidiliyorsa ince, bol ve açık renk bir pantalon ve ince bir gömlek veya t-shirt en uygun olanıdır kanımca. Kadınlar, şer-i hükümlere göre giyinmek zorunda, ama bilhassa büyük şehirlerde takan pek yok. Kafaya usulen bir örtü atıp, saçların da yarısını açıkta bırakıp, uzun pantalon ve üzerine de tunik giydiler mi iş tamam. Aynı şey yabancılar için de geçerli. Yazın gidiliyorsa, güneş gözlüğü ve güneş kremi ciddi anlamda işinize yarayabilir. Bir de bolca su için ve multivitamin haplarından alın. Zira terleyerek kaybettiğiniz tuz ve mineralleri alabileceğiniz soda yok, satılmıyor yani.

Fiyat politikasi: Kurumsallaşmış yerlerde pek olmasa da turist kazıklama adeti orada da var. Gözünüzü dört açın. Paraları iyi öğrenin. Ha, kazıklamaya çalıştıkları fiyat TL olarak 1-2 TL'dir en fazla ama önemli olan enayi yerine konmamak. Taksiye binmeden, yemek yemeden, bir şey satın almadan önce mutlaka ama mutlaka fiyatını sorun ve daha aşağı fiyat beklentisi içindeyseniz pazarlık yapın. Pazarlık kısmı eğlence zaten. Sonunda orta yol bulunuyor.

to be continued...