5 Aralık 2013 Perşembe

05 Ağustos 2013 / Doğubeyazıt-Tebriz / 316 Km

Bugün belki de turun en kısa yolunu yapmamıza rağmen, süre olarak en uzun sürüşlerinden birini gerçekleştirdik. Dün gece bugün için biraz geç kalkalım demiştik. Turun başında üç gün üst üste ve erken kalkıp sıcak havada yol yapmak yormuştu bizi. Hem İran'a da dinlenmiş olarak girmek istiyorduk. Zaten sınır da 30 km ötedeydi. Sonrasında da 300 km kadar yol vardı Tebriz'e. Evdeki tüm bu planlar, elbette çarşıya uymamıştı. Sınır geçişlerini erken yapma kuralının asla çiğnenmemesi gerektiğini bir kez daha tecrube etmiş olduk.

Sabah 0900 gibi uyandık. Dün yediğimiz trafik cezasının katlatmaması için hemen ödeyelim dedik. Doğubeyazıt Öğretmenevi'nin tam karşısında vergi dairesi vardı. Ezgin kahvaltılık için alış-verişe çıkınca ben de vergi dairesine gittim cezaları ödemek için. Gişe memuru henüz sisteme düşmemiş, isterseniz bankalardan ödeyebilirsiniz, dedi. Ben de hemen çarşıya inip Garanti Bankası'na gittim. Biraz bekledim, sıra bana geldi ve orada da sistemde görünmüyor, dediler. Ben de ödemeden odaya geri geldim. Dün akşam gördüğümüz erkek populasyonunun ezici üstünlüğü gündüz de devam ediyordu çarşıda. Bu konuyu bilahere tartışırız ileride belki. Ama özetle, kadınların sosyal hayata katıl(a)maması ciddi bir sorun ve bir çok problemin sebebini de gösteriyor.

Odaya döndüm ve kahvaltı yapıp çantaları toparladık. Saat yavaştan 1100'e geliyordu ve daha da fazla gecikmek istemiyorduk.

Doğubeyazıt Öğretmenevi'nde kendi hazırladığımız kahvaltı. Kettle'a dikkat.

Aşağı inip motorları yükledik. ve yola koyulduk.

Bugünkü rotamız

Saat 1100 gibi çıktık yola. GPS'i takip ederek önce Doğubeyazıt'ın içinden çıktık. Çıkar çıkmaz da Ağrı Dağı karşıladı bizi. Cidden muhteşem ve çok heybetliydi. Sıra dağ olmayan Ağrı Dağı beni büyülediyse, kim bilir Himalayalar ne kadar etkileyecek!! Hemen durduk ve fotoğraf çekmek istedik. Epey de çektik. Zaten bugün de başka fotoğraf nerede çekemedik telaşeden dolayı.

Ağrı Dağı

Büyük ve Küçük Ağrı Dağı

Ağrı Dağı


Ben ve Ağrı Dağı


Ezgin ve Ağrı Dağı

Başka bir açı

Bu fotoğraf molasından sonra motorlara bindik, ama fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi çok şiddetli yan rüzgar vardı ve gezideki ilk ve tek motorumun yana yatışı gerçekleşti. Motora bindim, yan ayağı kapadım. Motoru daha çalıştırmadan çok acaip bir yan rüzgar esti ve onca çabama rağmen motoru dengede tutamadım. Devrileceğini anlayınca da kendime zarar gelmesin diye motorun üzerinden kendimi attım. Motor yavaşca soluna doğru sol arka çantanın üzerinde 45 derece açı ile devrildi. Çantanın üzerine yattığından krenaja bir şey olmadı. Hemen kaldırdık motoru ve hiçbir şey olmamış gibi yola koyulduk. Gümrüğe kadar çok şiddetli yan rüzgar eşliğinde gittik. Gümrüge 4-5 km kala çift sıra tır kuyruğu vardı. Karşı yola geçip hepsini solladık ve gümrüğün Türk tarafına geldik. İşlemler pürüzsüz ve rahat geçti. Önce kendi çıkışımızı yaptık, ardından da küçük bir kulubeden motorların çıkışını yaptık. Burada Carne de Passage'da damgalandı. Bu işlemleri beklerken oradaki genç polis memurları ile sohbet ettik ve yanımızda bir usta belirdi. Para bozdurmamız için israr etti ve en iyi kuru kendisinin verdiğini iddia etti. Ezgin ve ben 100 TL bozdurduk ama sanırım 20 TL civarı adam bizi kazıkladı. Ee.. Hemşeri hemşeriyi gurbette öpermiş.

Gümrüğün Türk tarafından İran tarafının görüntüsü.

İşlemler bitince sürgülü demir kapı açıldı ve İran tarafına geçtik. Buradaki işlemleri ilk yazımda teferruatlıca anlatmıştım. İran gümrüğünden geçiş değil ama sigorta alma işi haddinden fazla uzun sürdü. İran tarafında peşimize bi muameleci takıldı. Gümrük memuru bunu kovmasına karşı bırakmadı. Pasaportlar ve CdP'ler damgalandıktan sonra usulen bir bagaj kontrolu yaptılar. O sırada da biz normal değerine tekrar para bozdurduk. Siz siz olun paranızı İran tarafında bozdurun. Sonra son kontrol noktasına gittik. Daha önce de bahsettiğim gibi buradan taşıt sigortanız yoksa motorla geçemiyorsunuz. Bu bahsettiğim muameleci tutturdu 1 yıllıktan aşağı motorlara sigorta yapılmıyor diye. Oysa ben 2 haftalık yapıldığını biliyordum. Çaktırmadan polise sordum. Gümrüğün hemen dışında sigortacılar olduğunu söyledi. Bu muameleciye rest çektik ama ilk gümrükte yardımlarından dolayı bizden kişi başı 15 dolar istedi. 20 TL verdim, ayrıldık onun yanından. Ben içeri girdim. Sigortacı Barış'ı buldum. Telefonla ulaştım ama gelmesi yaklaşık 2 saat sürdü. Sigortaları 2 haftalık aldık. Lakin gümrükten geçmemiz yaklaşık dört saati buldu.

Gümrükten geçince ilk işimiz depoları fullemek oldu.

İşte benim depoyu fullediğimde ödediğim para. 
15.57 litre yaklaşık 6.81TL tuttu! Şaka gibi de değil!!! 
Bu günün son fotoğrafıydı.

Benzin aldıktan sonra karınları da doyurmak için hemen benzinliğin karşısındaki lokantaya daldık. Orada da pilav ve adanamızı yedik. Saat 1600 sularında Tebriz'e varmak için düştük yollara.

Yolun ilk 150-200 kilometresi tek şeritli yoldu. İran coğrafyası ve trafiğini tanımaya çalışıp yol aldık. Sonra ufak bir mola için durduk. Durduğumuz yerde Türk tır şöfürü ile karşılaştık. Biraz sohbetten sonra tekrar düştük yollara. Hava da kararmaya başlamıştı. Yolculuğun son 1-1.5 saati akşam sürüşü şeklinde geçti. GPS'te de sağlıklı bir harita olmadığından Tebriz şehir merkezine girince işler karmaşık hal almaya başladı. Neyse, sora sora Azerbaycan Hotel (N38 04.495 E46 17.235) adında orta sınıf bir otel bulduk. İki kişi kahvaltı dahil 29 Dolar verdik. Motorları da hemen giriş kapısının önüne koyduk. 24 saat resepsiyon görevlisi olduğundan sıkıntı olmadı.

İran'daki ilk gecemizdi ve biz çok mutluyduk. Bir şeyler atıştırıp yattık. Gezide ilk kez -ama son kez değil- Ezgin'le iki kişilik yatakta yattık! O yorgunlukla da uyanmadan sabaha kadar uyuduk!

4 Aralık 2013 Çarşamba

04 Ağustos 2013 / Sivas-Doğubeyazıt / 720 Km

Dün çok da erkek yatmamıştık. Yatmadan Ezgin sabah erken, saat 0600 gibi çıkmayı teklif etmişti ama ben biraz dinlenmemiz gerektiğini, 0700 gibi uyanıp 0800 gibi çıkalım demiştim. Sağ olsun, beni kırmayıp fikrime uymuştu. Bu sohbetin üzerine yattık, uykuya daldık. Sabah 5'de aniden uyandım ben, Ezgin derin bir şekilde uyuyordu. Bu geziye "beyaz sayfa" dememizin nedeni olan bir sebeplerden biri gelip beynimin ortasına saplanmıştı. Bu düşünce gittikce derinleşiyor, beni daha da üzüyor ve sıkıyordu. Uykum iyice kaçmış, bir sağa, bir sola döner olmuştum. Belki tekrar uyurum umudu ile yorganı kafama kadar çekip gözlerimi kapıyordum ama gözlerimi kapadığım anda neler geçiyordu neler gözlerimin önünden. Sonunda dayanamadım ve Ezgin'i dürttüm uyanması için. Uyandı. Ezgin, yola çıkalım mı, diye sordum. Saat 0530'u gösteriyordu benim bunu dediğimde. Bunu dedikten yaklaşık 20-25 dakika içinde kendimizi motorların üzerinde, Anadolu sabahının soğuk rüzgarını da suratlarımızda bulduk. Gece de zaten serindi Sivas ve sabaha karşı daha da soğumuştu. Yüzüme vuran bu serinlik ve temiz havanın kokusu beni derin düşüncelere boğan sıkıntıları biraz unutmamı sağladı. Motor sürmenin, uzun yol yapmanın sanırım en güzel yanı bu benim için. Oturunca terkizine motorun, yolda olmanın heyecanı ve mutluluğu sarıyor beni. O zaman tüm sıkıntılar, üzüntüler, terk etmeler, terk edilişler motorun ileri gitmesiyle beraber geride kalıyor. Yani demem o ki, motor sürmek güzel bir şey, sarhoş olmadan kafayı dağıtmanın tek yolu sanırım.

Bugünkü rotamız:


Daha önceden yolda seyir halinde videomuzu çekelim diye konuşuyorduk. Yola çıktıktan 1-1.5 saat sonra bu yapabileceğimiz güzel bir yolduk. Önce Ezgin beni, sonra da ben onu video'ya kayıt ettim.

Ezgin, Yamaha XT660 Tenere

Ben, Suzuki V-Strom

Daha önceden yolda seyir halinde videomuzu çekelim diye konuşuyorduk. Yola çıktıktan 1-1.5 saat sonra bunu yapabileceğimiz güzel bir yolduk. Önce Ezgin beni, sonra da ben onu video'ya kayıt ettim. Bu videoları çekmeden 10 dakika önce çekim yeri aramak için durmuştuk. Saat sabahın altı buçuğuydu ve soğuktu. Manzara da güzeldi hani: Anadolu'nun bozkırları. Burada sadece fotoğraf çekinmeye karar verdik. Videoyu daha müsait yerde çekmek lazımdı.

Ezgin ve ben. Arkamızda Anadolu Bozkırı

Ben ve arkamda Anadolu Bozkırı

Yollar sabahın köründe bomboştu ve yollar da duble yol olduğundan bir müddet Ezgin'le yan yana sürdük. Güzel bir zevkti bu. Sabah yola kahvaltı yapmadan çıkmıştık. Ezgin'in getirdiği enerji barlarından ve peksimetlerinden birer tane yiyip, su içip düşmüştük yollara. Yolda da ara ara su içmeye devam ettik. 

Yukarıdaki fotoğrafları çektikten yaklaşık bir saat sonra küçük tuvaletim geldi ve tırmanışta da olduğumuzdan dolayı üşümüştüm de. Öne geçip Ezgin'e durma işaretimiz olan sol yumruğumu sıkıp kolumu hafifce yukarı kaldırdım, durduk.

Manzara da güzeldi hani. Durduğumuz yerin sol tarafında Tödürge gölü vardı ve sabahın o erken saatlerinde ardındaki manzara ile güzel görünüyordu. Tuvaletlerimizi yaptık, günlük destek haplarımızı içtik, 1-2 peksimet ve enerji barı daha yedik. Biraz sohbet ettik. Ben güzel manzaraya karşı bir de sigara sarayım dedim. Biraz fazla durmalı geçti yolculuğun ilk 2 saati. Ama çok da önemi yoktu. Günler geçtikçe daha da keyif almaya başlıyorduk yolda olmaktan. Sonuçta bugünkü menzil Türkiye'deki son durak olan Doğubeyazıt'tı ve sabah da epey erken yola koyulmuştuk. 

Törürge gölünü ardına alan V-Strom

Kıskandım ve ben de dahil olayım bu kareye dedim

E, durmuşken bir de sabah sigarası sarmak geldi içinden. 
Keşke kahve de yapsaydık.

Rotamız Sivas-Erzincan-Erzurum-Doğubeyazıt şeklindeydi. Ara noktalarımız ise, Kızıldağ geçidi, Refahiye, Sakaltutan geçidi, Tercan, Aşkale, Pasinler, Horasan, Eleşkirt ve son nokta Doğubeyazıt'tı. Dağ geçitleri beni hep heyecanlandırır. Yükseklere çıkmak, yüksekte olmak, o rakımlara çıkan kıvrak yolları aşmak hep heyecan vermiştir bana. En tepe noktada durup veya durmayıp, motorun üzerindeyken etrafı izlemek, coğrafyayı anlamaya, tanımaya çalışmak o anın en büyük oyunu oluyor. Yolculuğun tüm ağrısı sancısı gidiyor. Yukarıda yazdığım kasaba veya kaza isimlerini şimdiye kadar hep televizyondan duymuştum. Aynı ülkede olmamıza rağmen bana hep uzak ve başka yerler gibi gelirdi. Masal ülkelerinin mistik ve sürprizlerle dolu yerleşim birimleri gibi hayal ederdim hep ve hep aklıma kar gelirdi, kış gelirdi. 

Tüm bu yerlerden bir bir geçmek, geçerken kırmızı ışıklarda durulduğunda etrafı, dokuyu gözetlemek uzun zamandır hayalini kurduğumuz ve sonra da planını yapıp çıktığımız bu yolculuktaki dünyaya yavaş yavaş yaklaştığımızı hissettiriyordu. Coğrafyayla birlikte insanların yüzleri bile değişiyordu. Bilhassa Kızıldağ geçidi ile Erzincan'a kadar olan yol enfesti. İkibin metrenin üzerinde 2 dağ geçidi geçmiş ve genellikle de ikibin metreye yakın rakımlarda seyir etmiştir. Bugünkü amaç yine aynıydı: İftar vaktine kadar varış noktamıza varmak. İftar vakti bu gezinin ilk ağayı için belirleyici bir zaman birimi olmuştu. İftar vaktinden sonra hem hava kararıyor, hem o sırada trafik çılgın bir hal alıyor, hem de yemek bulup bulamayacağımız belli olmuyordu. O yüzden yolda fazla durmak istemesek de az sonra anlatacağım üzere mecburen durmak zorunda kaldık. Lakin şimdi şimdi anlıyorum ki, önemki bir kaç anın fotoğrafını o anlarda çekmeye akıl edememişiz. O anları yaşarken, içindeyken yani her şey o kadar normal geliyor ki, çeksek ne olacak, diyorsun. Ama işte sonra oturup böyle yazmaya başlayınca, "ah keşke şunu da çekseydik, bunu da çekseydik" diyorsun. 

Sakaltutan geçidine yaklaştıkça ufak köyleri ve yüksek kayaların oluşturduğu vadi yollarını arkamızda bıraktık ve tırmanya başladık. Yollar çift şerit olduğundan epeyce kamyon, tır, araba olmasına rağmen zorlanmadık. Ezgin, beygir gücünün benim motora göre azlığı ve kilolarının da fazlalığı yüzünden bazen ardımda kalıyor, yavaşlayıp onu bekliyordum. Sakaltutan geçidine gelince zirveye vardığımızı anladım ama ne bir levha ne de bir işaret vardı. Zirvede Karayolları'na ait bir bina ve biraz da asfaltlanmış açık alan vardı. Ben ha bi gayrete levha arayıp durdum fotoğraf çekinmek için. Göremeyince de durmadan devam ettik. İniş de en az çıkış kadar virajlıydı ve yol gittikce bozuluyordu. 

Ben Erzurum girişinde diye hatırlıyorum ama şimdi üşenmedim yukarı çıkıp ceza kağıdını buldum. Üzerinde yazan saatten de GPS izlerine göre yerini tayin ettim. Evet ahali, Refahiye'yi geçince önümüzde dümdüz bir yol vardı. E biz de sıkılmıştık virajlardan epey bi bastık. Şimdi baktım GPS 137 Km/h gösteriyor. İbrede 150 Km/h civarına tekabül eder bu. Ezgin'le kaptırdık gidiyoruz. Önümüze çıkan arabaları bir bir solluyoruz, sağlıyoruz, hatta bazen Ezgin solundan ben sağından geçip Türk Yıldızları stayla figürler çiziyoruz. Acı olay başımıza gelmezden önce, önümüzde dümdüz ve upuzun bir yol belirdi. Öyle ki, gidiş iki şerit, geliş iki şerit ve arada bariyer yok. Geliş ve gidiş arasında da şöyle helalinden 1-1.5 metre asfalt kaplı aralık var. Yani kısaca 5 şeritli, dümdüz, iyi asfaltlanmış bir yol var. Açtık gazı biz. Dediğim gibi Türk Yıldızları'nın semada çizdiklerini bir yerde çiziyoruz. Bir tek renkli dumanımız eksik ki, bileydik onu da eklerdik arkaya yola çıkmadan. Neyse, geçtik, geçtik hiç unutmuyorum, önümüzde, sol şeritte bordo bir Fiat Fiorino belirdi. Ezgin 150-200 metreden sellektör yapmaya başladı ama nafile, adam çekilmiyor sağ şeride. Ezgin boş olan karşı yola geçti solundan solladı, ben boş olan sağ şeride geçtim, sağından solladım. Ama bu hareketi yaparken Ezgin'le aynı hizzadayım. Sonra Ezgin yoluna girdi ben de az yavaşlayıp arkasına girdim ki, ta ta taaaaa.... Bize göre sağda, ağaçların altında, gölgede bir polis arabası yatmış zulaya radar tutuyor gelene geçene. Tabi frenlere abandıysak da nafile. 111 Km/h ile girmişiz radara. Yasal limitimiz 100 Km/h. 100 metre sonra ekip durdurdu. Ehliyet-ruhsat. Güleryüzlü, meraklı, yardımsever davranıyorlar ama yine de kanun adamları, işlerini aksatmıyorlar. Biz de damardan giriyoruz. Motorların arabalardan yavas gitmesi aslında daha büyük tehlike falan diye. Neyse, epey bir araba -bilhassa gurbetçi vatandaşlarımız- radara girmiş. Ceza fişi yazma sırası bize gelene kadar epey bekledik. Ben sigara falan içtim. Takribi orada yarım saat oyalandık. Paşa paşa o an için 160 TL tutan ceza makbuzlarımızı alıp tabi daha yavaş bir şekilde Erzurum yönüne doğru devam ettik. Bir saat sürdük sürmedik, bu sefer Erzurum girişinde başka bir ekip çevirdi. Hız ihlali yapmadık ama tırsa tırsa durduk. Dedik, daha bir saat önce hız cezası yedik ve o noktadan buraya hiç hız yapmadık. Polisler gençti ve "buralara motor fazla gelmiyor, biz de görünce durdularım dedik", dediler. Yine tabi ehliyet ve ruhsat kontrolundan geçtik. Kayıtlarımız alındı. Az ileride çardak vardı ve yazan çizen ekip oraya oturmuştu. Bizim belgeler orada olduğu için ben de oraya gittim. Hem de göldeydi zaten. Su içtik ben bi sigara daha yaktım. Meğer memurun biri oruçmuş, "oruç oruç da iyi gidiyor kokusu", dedi. Sonra dank etti bana Ramazan olduğu. Neyse, özür dileyip uzaklaştım yanlarından. Dibindeki benzinliğe yürüdük ve tuvalet ihtiyacımızı da giderdikten sonra yola koyulduk. Ama orada da bir 45 dakika kaybetmiş olduk. 


Az gidip uz giderken sıcak epeyce bastırmış, erken kalkmanın rehaveti iyiden iyiye çokmuş ve kahvaltı yapmadan destekleyeci haplarla yola devam ettiğimizden de acıkmıştık. Yol tabelalarında Tercan'ı görüyorduk ve Tercan en yakın, büyük yerleşim birimiydi. Tercan'ın girişinde hem benzin almak, hem de biraz dinlenip, Erzurum'a Cağ Kebabı için dayanacak kadar bir şeyler atıştırmak için bir benzinlikte durduk. Önce motorları doyurduk, sonra kenara çekip kendi midelerimize biraz şefkat gösterdik. Benzin alırken 34 plakalı bir jip geldi. İçinden inen çocuk meraklı ve hevesli gözlerle bize ve motorlara baktı. Laf attım, biraz konuştuk. Sonra annesi arabaya geri çağırdı. Nereye gidiyorsunuz, dedi. Iran, dedim kadına. İnanamadı. Bazen düşünüyorum da, bazı insanların hayal dünyaları bile küçük oluyor ve bunu büyük arabalara binerek, büyük evlerde oturarak kapatmaya çalışıyor. Bense tam tersini yapıyorum, hayallerimi büyük tutup, mülkiyetimi ufaltıyorum. Daha rahat, özgür ve mutlu olduğumu hissediyor ve düşünüyorum böylece.

Tercan'daki mola esnasında bir fotoğraf (Instagram filtresi ile)

Tercan küçük bir kasaba. Yol Tercan'ın güneyini yalayıp devam ediyordu. Yolun güneyinde de ufak bir mahallesi vardı. Hepsini geride bırakıp Cağ Kebabı hayaliyle yola devam ettik.


Erzurum'a yaklaşınca merkeze yönelmeyip, çevre yolundan devam ettik ve karşımıza çıkan ilk büyük dinlenme tesisinde iştahla durduk. Motorları park edip hemen lokantaya daldık ama ramazan dolayısıyla Çağ Kebabı yapmadıklarını söylediler. Tüm hayallerimiz yıkılsa da açlıkla hemen sulu yemeklere yöneldik. Karnımızı doyurduk, çayımızı içtik. Ezgin, tuvalette sabun sorunu yaşamış. Kızgın geldi. o kızgınlıkla alelacele yola düştük. Artık tek hedefi kalmıştı günün: Doğubeyazıt.

Erzurum, Horasan ve Karaköse'yi geçtik. Bu rotada bir kez daha benzin için durduk. Sıcak epey vurmuştu. Ezgin'in de şeker seviyesinde sıkıntı olmuştu. Biraz dinlendik. Diyadin yakınlarında da ilk İran tabelamızı gördük ve elbette fotoğraflarımızı çekindik.

İlk İran tabelası ve zafer yumruğum 

 Elbette Ezgin'le beraber de çekindik. 
Bu yolculukta asla tek başımıza değildik. Bu çok güzeldi.

Akşam ve dolayısıyla iftar vakti yaklaşıyordu ama biraz daha gidince tüm heybetiyle Ağrı Dağı'nı gördüğümüzü sanıp hemen durup bu anı da fotoğraf makinemiz ile dondurmak istedik. Tabi sonradan gerçek Ağrı Dağı'nı görünce heybetin nasıl bir şey olduğunu da anlayacaktık. Sanırım bu Tendürek Dağı'ydı.


Doğubeyazıt'a az kala.

Doğubeyazıt girişi

Doğubeyazıt'a girdiğimizde henüz ezan okunmamış ve dolayısıyla güneş de batmamıştı. Yukarıdaki fotoğrafı çekinmek için durduğumuzda Ezgin'le konuştup, önce öğretmenevine gitmek yerine direk İshak Paşa Sarayı'na yönelmeye karar verdik. Hemen GPS'i yeniden ayarladım ve bir başka iftar saati telaşında, bir başka şehir merkezinin tam göbeğine daldık. Cidden, kendimi bir film sahnesinde hissettim. Doğubeyazıt'ın merkezi tam aklımda canlandırdığım gibiydi. Beni hayalkırıklığına uğratmadığı için içimden sessizce teşekkür ettim. Çok ama çok mutluydum. Çok önceleri, Fars dili ve edebiyatı okumuş ve şimdi de bu konu üzerinde bir işi olan abimle İshak Paşa Sarayı'nın hayalini kurar dururduk ve şimdi işte o hayalin yolundaydım. İftar telaşı içindeki Doğubeyazıt'ın içine dalıp, çarşının ortasından geçip İshak Paşa Sarayı'nın yolunu bulduk. Herkes bizi selamlıyor, hatta steyşın bir Toros'un bagajına otutturulmuş çocuklarla kırmızı ışıklarda el sallaşıyorduk. Çarşı, hayal ettiğim gibi, genelde tek katlı ve küçük dükkanlardan ibaretti ama her şeyi bulabileceğiniz bir çarşıydı. Çarşının ucundan İshak Paşa Sarayı'nın yoluna saptık. İste burada Tenere'nin farkı ortaya çıktı. Yol bozulmuş arnavut taşları ile döşeliydi ve cidden devasa çukurlar vardı. İlk kez motorun altı burada vurdu. Tam kapalı karterle yola çıkmam gerektiğini burada anladım. Öyle böyle ulaştık zirveye, hem de tam zamanında. Öğretmenevine gitmeden buraya gelmek çok doğru bir karardı. Tepeye ulaşıp, manzarayı görünce, bir müddet ne Ezgin ne de ben o muhteşem manzara karşısında konuşabildik. Umarım fotoğraflar ne demek istediğimi anlatabilir.

 İshak Paşa Sarayı ve günbatımı. 
Resimde göremediğiniz zirveye ulaşmanın mutluluğu ve gururu da var içimizde.

İshak Paşa Sarayı ve günbatımı

İshak Paşa Sarayı, günbatımı ve ben.

Malesef Saray girişi saat 1800'de kapandığından Sarayı ve müzesini ziyaret edemedik. Umarım bu sarayı Nepal'e giderken ziyaret edebilirim.

Sarayın ana giriş kapısının önünde Ezgin'le hatıra fotoğrafı çekindik.

İniş yolu ve o yoldan tepede görünen Saray.


İniş yolunda fotoğraf çekinmek için durunca iki çocuk geldi yanımıza. Biri zaten kareye girmiş. Önce yabancı sandılar. Türk olduğumuzu söyledik. Israrla para istiyorlardı. Her zamanki gibi çalışmalarını ve okumalarını öğütleyip ayrıldık.

GPS'in ufak bir azizliğine uğrasak da öğretmenevini bulmak zor olmadı. Odaya çıktık. İftar telaşının geçmesini bekledik. Biraz da dinlendik. Öğretmenevine kişi başı 25TL verdik, kahvaltı yoktu.

Biraz kendimize gelince çıkıp yemek yiyelim dedik. Bizim, Doğubeyazıt'ın İstiklal'ı adını taktığımız çarşısına indik. Trafiğe kapalı, Arnavut kaldırımlı, şirin bir çarşısı vardı. Her türden ticaret yapılıyordu. Yerel yemek için yerel bir lokantaya girdik. Ezgin'in saç kısa, surat traşlı olduğundan öğretmen sanıyorlardı genelde, ama beni uzun saç ve uzattığım sakalım ile bir şeye benzetemiyorlardı. Merhaba-merhaba başlıyorduk sohbete sonra. Neyse, sorduk, nedir yerel yemeğiniz, diye. Abdigor, dedi mekanın sahibi. Getirdiler, görünüşü pek hoş olmasa da tadı fena değildi. Afiyetle doyurduk karnımızı.

Ağrı'nın yöresel yemeği Abdigor

Yemekten sonra çayımızı içtik. Biraz çarşıyı ve insanları görelim diye bir de dışarıda bir yerde çay içelim dedik. Zaten tüm çarşı koca bir çay bahçesi gibiydi.

Çarşıda çay içerken. Ezgin çay kaşığı sordu, çocuk afalladı. 
Kıtlama olduğunu sonradan aydık. Ben zaten şekersiz içiyorum çayı.

Çarşıdan genel görünüm.

Dikkatimizi çeken en büyük şey, sosyal hayatta kadınların hiç olmayışıydı. Evet, hiç. Gece çay bahçelerine gelmemiş diyeceksiniz belki ama, bir sonraki yazımda yazacağım üzere gündüz de biraz zaman geçirmek zorunda kaldık Doğubeyazıt'ta ve görüntü çok farklı değildi.

Doğubeyazıt'ın İstiklal'inde bir tur atıp öğretmenevine geri döndük. Ben güncel yedeklemeleri yaptım. Biraz sohbet ettik Ezgin'le ve yattık. 3 gün art arda uzun mesafeler sürdüğümüz için de ertesi gün  biraz geç kalkma kararı aldık. Kahvaltıyı da oda da yapacaktık. Sonra da ver elini İRAN!!!